6 Ağustos 2017 Pazar

nörogulin

“Sahi, gerçek dediğin ne ki?”



Yaşamaktan tam olarak ne zaman vazgeçtim, bilmiyorum. Çok bulanık anılar, ve zaman çok kaygan ayaklarımın altında, parmaklarımın arasında. Gün geldi, korkmaz oldum varlığımı sonlandırma düşüncesinden. Gün geldi, hayatı en acısız nasıl sonlandırırım diye düşünür oldum. Kimse buraya yalınayak gelmez. Bu noktaya demek istiyorum. Uzun ve sonu bilinmez bir yürüyüş bu. O yüzden en kalın montunu atarsın omzuna, en sağlam botlarını geçirirsin ayağına. Hayattan vazgeçmişlerin patikasında elinden geldiğince fazla kalabilmek için hazırlıklı çıkarsın yola.

İnsan ne zaman uçurumdan aşağı bakmaktan zevk alır dersin? Ne zaman yüreği hoplamaz dik uçurumun dibini göremeyince? Çok düşündüm, ama hiçbir yerde bir hayat bulamadım kendime. Bunu kendine itiraf ettiğin zaman mı yaşamaktan vazgeçmiş olursun, yoksa çoktan o patikada kilometrelerce yol kat etmişsindir de yeni mi fark edersin yokluğa doğru gittiğini? Ama hani kimse yalınayak çıkmazdı bu yolculuğa?

Yokluğa dokunmak, hayattan zevk almak kadar güzeldir. Kimse öyle demez, ama sen bakma onlara. Ya onlar bu patikayı yeterince iyi keşfedememişler, üstünkörü dolanmışlar taş yollarında ya da zaten hiç bu patikaya girmemişler bile. Çünkü işin aslı, herkesin patikası farklı. Kendini yok ederken bile insanlarla ortak bir şeyi paylaşamamak, nasıl bir ironi? Evrenin bir ağzı olsaydı, sinsi sinsi sırıtıyor derdim. Ama yok işte. O yüzden de kimsenin sırıttığı yok en acı gerçeklere bile. Hâlbuki ben, buruk bir gülümseme hayal ederdim yüzünde.

Bana acımak gibi bir hata yapacaksan, hiç okuma bundan sonrasını. Ben sana otomatikte yaşıyorsun diye acıyor muyum? Yaşamak manuel olmalı belki de, belki de sen karar vermelisin hayatı ne kadar hızlı yaşayacağına ya da yaşayıp yaşamayacağına. Belki de hayatı durdurabilmeye gücün olmalı. Belki de rest çekmeyi bilmelisin hayata. Ben var olmanın kölesi değilim, diyebilmek neden bu kadar zor olsun ki? Daha ne kadar izin vereceksin varlığının sana hükmetmesine? Rezil bir hayat yaşıyorsan ama bir yeter be diye haykıramıyorsan, gerçekten hürüm diyebilir misin? Dünyanın patikaları sınırlı olabilir, ama aklının patikaları sınırsız. Ve yasalara göre, özgürce dolaşma hakkı bir insanlık hakkı. O zaman, daha önce hiç seçmediğin bir patika seç ve bu sefer isyan et varlığına. Çünkü kimse yokluğa sarılanlardan daha iyi bilemez var olmanın değerini.

İnsanın kendi hayatına dur diyebilme gücünden korkuyorlar. Çünkü biliyorlar, varlığının bile kendisine hükmetmesine izin vermeyen bir ruha kimse hükmedemez. Çünkü biliyorlar, bizim için yarattıkları bu dünya büyükçe bir kafesten başka hiçbir şey değil ve sen demir parmaklıkların ne kadar soğuk olduğunu keşfettin. Farkındalar, bundan sonrası ya senin için yokluk ya da onlar için yıkım. Ne kadar çok kişi yokluğa dokunursa, kendilerini yıkmaya gelecek kitle o kadar büyük olacak, biliyorlar. Yoksa kimsenin varlığını sonlandıranları umursadığı falan yok. Bencil bir pişmanlık duygusu yaşadıkları, sen ölünce. Yarattıkları sistemin ne kadar işlevsiz olduğunun tokat gibi suratlarına çarpması, senin kendini öldürmen.

Acısız olsun isterim, bir de çok iş çıkartmayayım cansız bedenimle beni bulanlara. Sessiz olsun, sakin. Otomatik yaşamanın tüm uğultusuna karşın, benim yokluğum doğaya sessizlik katsın isterim. Kimse seni görmezse, ölmüş sayılır mısın? Hani, sen bakmadığında ay var olmaya devam eder mi sorusu gibi. Varlığım, insanlardan bağımsız, sadece benim bilincimle yokluktan kaçabilir mi? Yoksa beni var eden, sen misin?

Bilmiyorum. Ve bazen bilmemek, yapabileceğin en doğru şey. Bazen, bilmemek çok içten, dürüst ve bilgece. En son ne zaman bir insan gördüm, bilmiyorum. Belki de yaşamaktan vazgeçtiğim gün. O gün bu gündür, bu ıssız sokağın en ıssız binasında varlık ve yokluk arasında gidip geliyorum. Bilincim var olduğumu söylüyor, gerçekler çoktan yok olduğumu. Sahi, gerçek dediğin ne ki?


*

Parçalarımı arıyorum. Her yerdeler. Hatırlamıyorum, nerede bıraktığımı çoğunu. Bulamıyorum. Bir türlü bir araya getiremiyorum onları. Ne zaman bir bütün olmaktan vazgeçtim ben? Derin’in beni bırakıp gittiği gün belki de. İstediği ilacı veremedim ona, dilediği tedaviyi geliştiremedim. Ya da aslında yapmamayı tercih ettim. O, sade bir insan olmak istemişti ki hâlbuki. Her daim aklını dolduran gelecek olasılıklarından kurtulmak istemişti.

Çok fazla zaman geçmiş olamaz beni bırakıp gittiğinden beri. Belki bir yıl, ya da bir buçuk. Ama sanki sayısız yıllar üzerimden geçmiş gibi hissediyorum. Yıllar ruhumu parçalarına ayırmış, yolda uğradıkları bir turistik mağazaymışım gibi giderken bir parçamı da yanlarında götürmüşler. Şimdi benden geriye ne kaldığını sorsan, cevap veremem. Benliği yok olmuş bir insan çoktan ölmüş bir insan değil midir?

Derin. Derin bir deniz kadar güzel ve korkunçtu. Derin, kimi zaman dupduru ve hayal edemeyeceğin kadar sakin, kimi zamansa öfkeli ve fırtınalıydı. Derin, bir mutasyonun oluşturduğu o mükemmel beyne sahipti. Nükleer savaşın etkilediği bölgelerden birinde hayata gelmişti. Sıradan bir bebeklik geçirmiş, annesi sağlıklı doğduğu için yıllarca her gün tanrıya şükretmişti. Doktor, her bebeği ilk kontrol edişinde yaşadığı telaşı yoğun bir şekilde hissederek muayene etmişti Derin’i. Seneler sonra Derin’in annesi böyle anlatmıştı hikâyeyi Derin’e. Fiziksel bir hasar gözükmüyordu. Yüreğine su serpilmişti doktorun. Genç anneye dönüp gülümsemişti, hayırlısıyla sağlıklı bir oğlan olacak.

Demek ki sağlıklı olmam hayırlısı değilmiş, diye sitem etti Derin, hikâyesini Doktor Serin’e anlatırken Serin’in o zamanki cafcaflı muayenehanesinde. Belki üç seneden fazla zaman geçmişti bu ânın üzerinden. Serin’in ıssız laboratuvarına kalıcı olarak taşınmasından çok önce, hala dünyaya dokunabildiği bir zaman dilimine sıkışıp kalmış bir andı. Şimdi kimsesizliğinin sarıp sarmaladığı laboratuvarında aylardır hazırlamaya çalıştığı sihirli sıvıya dikti gözlerini Serin. Ama aslında aklı onu terk etmiş ve geçmişi şimdiye tercih etmişti.

“Sen açıklayamadığım harika bir yeteneğe sahipsin, delikanlı.” Serin, gözlerini belerterek oturduğu sandalyesinden Derin’e doğru kaykıldı. “Bu mutasyonu anlamam için bana zaman ver.”

Derin rahatsızca kıpırdandı hasta koltuğunda. Zaten çok nadir durulurdu o, diye mırıldandı şimdi Serin. Bir gülümseme takıldı suratına, sonra aklı yine bırakıverdi onu. Gülümsemesi soldu.
İlk o zaman fark etmişti Serin, adamın içinde tutamadığı tuhaf bir enerjisinin olduğunu. Bir türlü sakince oturamaz, bir bacak bacak üzerine atar, bir açardı bacaklarını. Bazen kollarını kavuşturur, hemen ardından dinlenmeye bırakırdı onları. Sonra tekrar ellerini bacaklarının arasına sıkıştırır, ardından yine kilitlerdi kollarını. Sanki kafasında rastgele bir sayı üreticisi varmış gibi, tüm sohbet boyunca bunun gibi rahatsız hareketlerine farklı sıralarda devam ederdi, Derin.

“Ben -” durakladı Derin, devasa gökdelenin cam duvarlarını deldi gözleri ve şehrin uzak bir noktasına kitlendi gözleri, ben bu şekilde yaşayamıyorum. Kim yaşayabilir sanki böyle? Dediğiniz doğru değil, bu mükemmel bir yetenek değil. Bu, aksine yarım kalmış, eksik bir yetenek. Ben tamamlanamamış bir mutasyonun sonucuyum. Bir yetenek, ancak kontrol edilebildiği zaman işlenebilir bir yetenektir.” Derin rahatsızca yutkundu ve gözlerini etrafındaki birçok Serin’den sadece bir tanesine odaklayabildi. Bu, benim için can sıkıcı bir dürtüden başka hiçbir şey değil.

O gün, onu ikna edebildim. O zamanlar çalıştığım araştırma hastanesinin sistemine kayıtlı olmak istemedi. İnsanlardan kaçıyordu. Ama belki de asıl kaçtığı, farklı gelecek olasılıkları yaratabilecek bütün karar anlarıydı. Beynini dolduran, hükmedemediği ama her duyu organıyla duyumsamak zorunda olduğu olasılıklardı belki de onun kaçtığı. O, zamanın ilerleyişinden kaçıyordu. Zaman yaratıkları olduğumuzu, dört boyutlu uzay-zamanın zaman boyutuna dur durak bilmeksizin ilerlemek üzere sıkıştırıldığımızı belki de hepimizden daha fazla hissediyordu, Derin. Zaman algımızdı bizi birbirimizden ayıran, kimimiz daha hızlı algılardı zamanı, kimimiz daha yavaş. Bazımız için zaman pürüzlü, bazımız içinse engebesiz bir yoldu. Çünkü her beyin biricikti detayında ve bu biricik beyinler biricik algılar yaratır, insanın etkileştiği evreni sarıp sarmalar, adeta bir kıyafet gibi çırılçıplak bedenini örterdi doğanın.

Ama Derin hepimizden de farklıydı. O zamanı durdurmak isterdi belki de. Bir an seçip kendine, sonsuza kadar orada sıkışıp kalmak isterdi herhalde. Çünkü ilerleyen zaman bambaşka evrenleri doğurur ve Derin de bunları görürdü. Sadece altı saniye, demişti. Sadece altı saniye boyunca yaşayabiliyorlar algımda. Ardından silikleşip yok oluyorlar. Tek bir gerçeklik kalıyor geriye. Var olabilecek ve belki de var olmaya devam eden tüm gerçekliklerden sadece tek bir tanesi. Ve ben her seferinde bunun gerçek gerçeklik olduğuna kendimi ikna etmek zorundayım.

Onu tedavi edeceğime söz verdim. Tedavi etmek benim jargonumda kişiyi bedeniyle mutlu kılmaktan başka hiçbir anlama gelmiyor. Sağlık felsefesi bir dönüşüm içerisinde yaşadığımız yüzyılda ve ben bu devrimin lider araştırmacılarından biriyim.

Sanırım daha doğrusu, biriydim.

Bir sessizlik esir aldı Serin’in aklını. Yine kendi çaresizliğinin duvarlarını hissetti üzerinde. Gözleri geçmiş zamana çıktığı yolculuğun donuk bakışlarından az biraz kurtuluverdi ve şimdiki zamanın kasvetinde boğulmuş ıssız laboratuvarındaki parıldayan tek şeye odaklandı tekrardan. Nörogulin. Dışarıya hafif mavi renkte bir ışık saçan, enjektörün içinde kendini adeta zar zor tutan, Serin’in sihirli sıvısı. Kendini aylarca kendisi dışında tek bir insanın girmediği bu duvardan kutuya kapatmasının arkasında yatan neden. Ansızın kafasını kaldırdı Serin itiraz edercesine, hayır, dedi. Hayır, Derin yüzünden buradayım. Çünkü Derin beni terk etti. Beni bu kasvetli gerçekliği yaşamaya iten Derin, beni bu kutudan çıkartacak olan ise nörogulin.

*

Aylarca nörogulini geliştirmeye çalıştım. O gitmişti. Ben yalnızdım. Sadece kimsesiz değildim, aynı zamanda kendimden yoksundum. Ona adadığım aylar, zaman algımda yıllara dönüşmüş; zaman beni kendime yabancılaştırmıştı. Kendimi kendimle yapayalnız bulduğumda, ortada benden eser kalmamıştı. Kişiliğim değişmiş, yeteneklerim sönükleşmişti. Capcanlı hafızam tazeliğini yitirmiş, bilim insanı pratikliğim pas tutmuştu. Bir tür bunalıma sürüklendiğimin farkındaydım. İnatla, Derin’in hayatıma girmesinden önce yaptığım çalışmalara dönmeye gayret ettim. Haftalarca daha önce planladığım ama yapmadığım deneyleri gerçekleştirmeye, üzerinde duramadığım ucu açık sorular üzerine saatlerce düşünmeye çalıştım. Ama sanki aklımda her şey bölük pörçük olmuş, tüm araştırma kabiliyetim akıcılığını yitirivermişti. Bir zamanlar hayatımın her noktasını kaplayan heyecan, Derin gibi terk edip gitmişti beni. Yaratıcılığımın tetiklenmesine ihtiyacım vardı. Beni ben yapan en önemli özelliğimdi yaratıcılığım ve beni eski halime döndürebilecek tek şeydi.

Derin elinde şırıngayla duvara yaslandı ve yere bıraktı kendini. Açık mavi, parlak sıvıya dikti gözlerini. Son aylarda kendisine bir yaşama nedeni veren bu sihirli mavilikte kayboldu bakışları. Yaratıcılık geni nörogulin 1’i tetiklemesini beklediği ilacın kimyasını oluşturmuş, kendi imkânlarıyla da üretmişti. Ardından ilacı aylarca laboratuvar hayvanları üzerinde denemiş ve olumlu sonuçlar almıştı. Yüzü ekşidi Serin’in. Yan etkileri saymazsak, diye tıngırdadı sesi. Aynı gen, şizofreni oluşumunda da etkili. Büyük bir nefes aldı ve gömleğinin kolunu sıvadı.

Derin, tek bir gerçeklik olduğuna inanıyordu. Ama bu doğru değil. Herkes, algısının şekillendirdiği bambaşka bir gerçekliği yaşar aslında. Sonunda gerçekliğim değişecek olsa bile, bu ilaca ihtiyacım var. Kendime yeniden dokunabilmek için nöroguline ihtiyacım var.

Yavaşça iğneyi batırdı damarına ve parlak mavi sıvının damarına girişini izledi büyük bir huzur hissederek içinde. Ne zaman kendimi öldürmekten vazgeçtim, bilmiyorum, diye mırıldandı şırıngayı yere bırakıp.


Çoktan ölmüş olduğumu anladığımda belki de.