Soma faciasında ölen tüm maden işçilerinin anısına…
“İlk ateşlemede hangarda
çalışan ve motorun egzozunun altında aylak
aylak gezinen on kadar numaradan, birtakım parçalar dışında hiçbir şey
kalmadı. … On tane numara, fiili olarak Tek Devlet’in kütlesinin ancak yüz
milyonda birlik bir kısmı, bu da üçüncü basamağın sonsuz küçüklüğüdür.
Matematiksel açıdan cahil merhameti sadece eskilere özgüydü, bizim içinse
komik.”
- Biz, Y. Zamyatin
“Nasıl hissediyorsun?”
Sözcükler kulaklarında
uğuldadı.
“Tedirginim.”
Kadının suratında buruk
bir gülümseme belirdi. Kocasının beline sarıldı ve sırtını okşadı.
“Endişelenecek bir şey
yok. Bu sadece diğer yaşama bir geçiş.” Kafasını kaldırdı adamın göğsünden ve
yüzüne bakmaya çalıştı. Bu seferki gülümsemesi daha canlıydı.
“Hem birkaç ay sonra ben
de orada olacağım.”
*
Dediği doğruydu, diye düşündü orta yaşı saçlarının hafif kır
oluşundan anlaşılan adam. Farkına varmadan ayağıyla ufak bir taşa vurdu, taş
yolun ortasına yuvarlandı. Bu hareket düşüncelerini sadece iki saniyeliğine
durdurabildi. Sonra yeniden aynı düşünce çemberinin diğer tarafından yürümeye
devam etti. Yedi hafta sonraya ona da
ölüm görevi yazıldı, diye söylendi. Aklı karmakarışık insanlarda olan bir
davranışla kelimeleri bastıra bastıra birkaç kez tekrar etti söylediğini. Ölüm, ölüm, ölüm görevi…
Sonra, birkaç kez aynı
şeyi söylemenin getirdiği o bilindik saçmalığın içinde buluverdi kendini. Ölüm
kelimesini hecelerine ayırdı, ö-lüm
ölmekten geliyor olsa gerek, dedi. Ama
ölmek ne demek ki?
Küçükken de aynı soruya
takıldığını hatırladı. O zaman sorularını sorabileceği mühendisler vardı, onun gibi binlerce minik çocuğu eğiten. Gerçi o vakit de sorusuna tatmin
edici bir yanıt alamamıştı. Mühendis, ölmenin sadece diğer hayata bir geçiş olduğunu tekrarlayıp sorusunu
savsaklamıştı. Bunu her on yaşındaki çocuk gibi o da biliyordu. Hatta ölmenin
eş anlamlısının geçmek olduğunu da biliyordu; ama yine de bir türlü ölmek
kelimesinin varlığını anlamlandıramıyordu kafasında. O zaman neden ölmek diye anlayamadığımız bir kelime var ki, diye
mırıldandı.
Şimdi, birkaç saat içinde
ölmeyi bekleyen koskoca bir adamken bile bunu düşünüyor olmasını garipsedi. Her
hayatta bir kere ölünürdü. Ölmek demek diğer yaşama geçmek demekti. Belki sadece bir kez yapabileceğimiz bir şey
olduğu için, diye söylendi bu sefer. Sonra kafasını salladı inatla. Bir kez
değil, birçok kez hayat değiştirmek mümkündü. O zaman ölmenin neresi özeldi ki?
Kafasında hamur gibi
oynadığı düşünceleri bir kenara yığdı ve Ölüm Merkezi’ne girdi. Ölüm yerin
kilometrelerce aşağısında gerçekleşiyordu. Nedenini bilmiyordu; fabrikalarda
hiçbir zaman nedenlerden bahsedilmezdi, sadece mühendislerin onlara verdiği
bilgileri öğrenirlerdi. Ölüm anı ve detayları da yine temel bilgi düzeyinde
daha çocukken öğrendiği bir şeydi.
“Kolunuzu uzatın.”
Cihaz adamın kolundaki
numarayı okudu. Otomatik kadın sesi yine yükseldi.
“174517, seçim odasına
gidin.”
Fabrikada da aynen böyle
söylenmişti. Önce seçim odasından gidilecek hayat seçilir, sonra biraz
beklenir, ardından da ölünür. Bu kadar basitti, yapılması gerekenler listesi.
Onun ayrıca yapması gereken tek bir şey vardı. O da, karısının da kendi
gideceği hayatı seçmesi için teknikerlere not bırakmaktı.
Oldukça uzun, kayan bir
yolda dakikalarca yürüdü. Seçim odası ibaresini görünce kayan yoldan çıktı ve
sola saptı. Daha dar bir yoldu bu ve duvarlardaki bazı floresanlar oldukça
zayıflamış bir ışıkla aydınlatıyordu yolu. Yolun ilerisinde kendisi gibi sakin
bir şekilde yürüyen birkaç insanı yakaladı gözleri. Neşelenmeye çalıştı. Yeni
bir hayata gidecekti ve daha ötesinde bu hayatı seçme özgürlüğüne sahipti. Yine
de, keşke karım da burada olsaydı,
diye eklemeden edemedi.
Seçim odasının kapısına
geldiğinde, sert bir adam sesi kulaklarında çınladı. “174517, yedinci kısma
gidin.” Neden bu kadar sert olmak zorunda
ki, diye söylendi içinden, odadan içeriye girerken. Garip bir şekilde
duygusallaştığını hissediyordu. Karımla
neden aynı güne yazmadılar ki ölüm görevimi, diye düşündü. Yedinci kısma
girerken aslında o gün hiç de ölmek istemediğini duyumsadı. Sert ses sanki bu
hissi sezmiş gibi daha hırsla kükremişti bu sefer. “Gideceğiniz yaşamı
seçiniz.”
Adam önündeki büyük
panelde gözüken bazı soruları yanıtladı sırayla. Soru ona neleri sevdiğini
sordu. O da kendi kendine mırıldandı yine. Karısını severdi, evinin önündeki
ağacı, geceleri uykuya dalmadan önce aralanmış pencereden duyulan yağmur
şırıltısını severdi. Ama bunların hiçbiri sorunun altındaki şıklarda
yoktu. Abuk subuk seçenekler deyip birkaç tanesini işaretledi ve hızlı bir
şekilde testi bitirdi. Yorum kısmına oldukça dikkatli bir şekilde karısının
numarasını yazdı ve onun da gideceği hayatı seçeceğini not düştü. Şimdi içi
biraz daha rahatlamıştı. Yolculuğa hazırdı.
Seçim odasından
çıktığında ölüm odasına sadece bir koridor uzaklıktaydı. O andan itibaren yarım
saat içinde öleceğini biliyordu; ama yine de ölümü otobüs bekler gibi en temel
refleksinden yoksun bir şekilde bekledi. Bu sırada anılarının aklına hücum
etmesine izin verdi. Karısını ilk gördüğü anı hatırladı. Bebek Üretim
Merkezi’nde hemşireydi karısı ve bir arkadaşı nedeniyle buraya yolu düşmüştü.
Arkadaşını beklerken bir sürü bebeğin uyuduğu bir odaya dalıvermişti. Fısıltı
gibi otomatik bir ses defalarca o sözü tekrarlamıştı, “Ölüm diğer bir hayata
geçiştir. Ölümden sonra yaşam vardır.”
Bu sözleri numarası kadar
iyi biliyordu. Bu kadar içgüdüsel bir
şeyi neden öğretme ihtiyacı duyuyorlar ki, diye sormadan edememişti. O
sırada odanın derinliklerinden bir kadın yanında bitivermiş ve ona gülmüştü.
“Siz kesin bir mühendis olmalısınız, bu kadar meraklı olduğunuza göre…”
demişti. Haklıydı, her zaman olduğu gibi.
Çoğu zaman neden başka bir
hayata geçmek zorunda olduğu üzerine kafa patlatmıştı, yine de hiçbir zaman
yeterince tatmin edici bir yanıt verememişti kendine. Karısı dâhil birçok insan
sistemin verdiği bilgiyle yetinir, bu konuyu fazla kurcalamazdı. Ölüm sistemin
devamlılığı için bir gereklilikti. Makinenin çarklarının kusursuz bir şekilde
dönmesi, ancak insanların ölmesiyle mümkündü. Tam o sırada kendini
hatıralarından ayıran bir zil sesi duydu. Bu uyarı kendisi içindi. Sakince
ayağa kalktı ve ölüm odasına girdi.
Oldukça sade bir şekilde
döşenmişti ölüm odası. Odanın ortasında yatırılan koltuklardan vardı ve
koltuğun etrafında bir sürü makine. Gülümsedi. O sırada arkasından odaya giren
teknisyeni fark etti. “Lütfen koltuğa geçin” diye seslendi teknisyen. Adam
yavaş adımlarla koltuğa yaklaştı ve oturdu. Bir an ayakkabılarını çıkartıp
çıkartmaması konusunda emin olamadı.
“Çizmelerimi çıkartayım
mı?”
Teknisyen kafasını
makineden kaldırdı ve yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. “Gerek yok, uzanın.”
Denileni yaptı ve uzandı.
Teknisyenin, makinenin üzerine gezinen parmaklarını gözledi. Tıkırtılar kulaklarında
büyüdü. Bir an aceleyle doğruldu, “Notumu gördünüz değil mi? Eşim de gideceğim
hayata gelecek birkaç ay sonra.” Teknisyen tekrardan baktı adamın yüzüne.
Gözlerini kıstı elinde olmaksızın. Biraz önceki gülümseyişi hafiften acılaştı.
Yine de sakince cevap verdi, “Evet, gördüm. Merak etmeyin, isteğiniz kayıt
altında.”
Rahatlamış olarak uzandı
ölüm koltuğuna. Gözlerini kapadı ve gelecek hayatını düşlemeye başladı. Bir ara
teknisyenin kafasına bazı kablolar yapıştırdığını hissetti, umursamadı.
Geleceği düşlemek çok tatlıydı. Keyifle ölümünü bekledi. Suratındaki
gülümsemeye engel olamıyordu. Birazdan hafif bir uykuya dalacak ve uyandığında
yeni hayatında olacaktı. Tüm bunları düşünürken gerçekten de o anın geldiğini
hissetti son bir kez ve kalp atışı durdu.
Teknisyen ciddiyetini hiç
bozmadan makineyi kapattı ve uyarı düğmesine dokundu. On saniye içinde odaya
birkaç adam girdi ve adamın cesedini soyup büyük bir torbanın içine koyarak bir
sedyeye yatırdılar. Ardından da hızlı adımlarla odadan çıktılar. Teknisyen
duygusuz bir şekilde adamdan geriye kalan çizmelere baktı.
Bir insanı öldürmenin onu
en temel refleksinden ayırdığın zaman ne kadar kolay olduğunu düşündü.
Yıllardır sessizce öldürdüğü bu insanların hiçbirinde en ufak bir yaşama
mücadelesi gözlemlememişti. Herkes gülümseyerek ölürdü, tatlı ölürdü. Sonsuz yaşam hakkının, gerçek bir yaşamı nasıl
mahvedebileceğine hayret etti, teknisyen, bir kez daha. Üstelik hiç
çırpınmadan, sessizce…