23 Mayıs 2014 Cuma

Ölüm Görevi



Soma faciasında ölen tüm maden işçilerinin anısına…



“İlk ateşlemede hangarda çalışan ve motorun egzozunun altında aylak aylak gezinen on kadar numaradan, birtakım parçalar dışında hiçbir şey kalmadı. … On tane numara, fiili olarak Tek Devlet’in kütlesinin ancak yüz milyonda birlik bir kısmı, bu da üçüncü basamağın sonsuz küçüklüğüdür. Matematiksel açıdan cahil merhameti sadece eskilere özgüydü, bizim içinse komik.”
- Biz, Y. Zamyatin


“Nasıl hissediyorsun?”
Sözcükler kulaklarında uğuldadı.
“Tedirginim.”                    
Kadının suratında buruk bir gülümseme belirdi. Kocasının beline sarıldı ve sırtını okşadı.
“Endişelenecek bir şey yok. Bu sadece diğer yaşama bir geçiş.” Kafasını kaldırdı adamın göğsünden ve yüzüne bakmaya çalıştı. Bu seferki gülümsemesi daha canlıydı.
“Hem birkaç ay sonra ben de orada olacağım.”

*

Dediği doğruydu, diye düşündü orta yaşı saçlarının hafif kır oluşundan anlaşılan adam. Farkına varmadan ayağıyla ufak bir taşa vurdu, taş yolun ortasına yuvarlandı. Bu hareket düşüncelerini sadece iki saniyeliğine durdurabildi. Sonra yeniden aynı düşünce çemberinin diğer tarafından yürümeye devam etti. Yedi hafta sonraya ona da ölüm görevi yazıldı, diye söylendi. Aklı karmakarışık insanlarda olan bir davranışla kelimeleri bastıra bastıra birkaç kez tekrar etti söylediğini. Ölüm, ölüm, ölüm görevi…

Sonra, birkaç kez aynı şeyi söylemenin getirdiği o bilindik saçmalığın içinde buluverdi kendini. Ölüm kelimesini hecelerine ayırdı, ö-lüm ölmekten geliyor olsa gerek, dedi. Ama ölmek ne demek ki?
Küçükken de aynı soruya takıldığını hatırladı. O zaman sorularını sorabileceği mühendisler vardı, onun gibi binlerce minik çocuğu eğiten. Gerçi o vakit de sorusuna tatmin edici bir yanıt alamamıştı. Mühendis, ölmenin sadece diğer hayata bir geçiş olduğunu tekrarlayıp sorusunu savsaklamıştı. Bunu her on yaşındaki çocuk gibi o da biliyordu. Hatta ölmenin eş anlamlısının geçmek olduğunu da biliyordu; ama yine de bir türlü ölmek kelimesinin varlığını anlamlandıramıyordu kafasında. O zaman neden ölmek diye anlayamadığımız bir kelime var ki, diye mırıldandı.

Şimdi, birkaç saat içinde ölmeyi bekleyen koskoca bir adamken bile bunu düşünüyor olmasını garipsedi. Her hayatta bir kere ölünürdü. Ölmek demek diğer yaşama geçmek demekti. Belki sadece bir kez yapabileceğimiz bir şey olduğu için, diye söylendi bu sefer. Sonra kafasını salladı inatla. Bir kez değil, birçok kez hayat değiştirmek mümkündü. O zaman ölmenin neresi özeldi ki?

Kafasında hamur gibi oynadığı düşünceleri bir kenara yığdı ve Ölüm Merkezi’ne girdi. Ölüm yerin kilometrelerce aşağısında gerçekleşiyordu. Nedenini bilmiyordu; fabrikalarda hiçbir zaman nedenlerden bahsedilmezdi, sadece mühendislerin onlara verdiği bilgileri öğrenirlerdi. Ölüm anı ve detayları da yine temel bilgi düzeyinde daha çocukken öğrendiği bir şeydi.
“Kolunuzu uzatın.”
Cihaz adamın kolundaki numarayı okudu. Otomatik kadın sesi yine yükseldi.
“174517, seçim odasına gidin.”

Fabrikada da aynen böyle söylenmişti. Önce seçim odasından gidilecek hayat seçilir, sonra biraz beklenir, ardından da ölünür. Bu kadar basitti, yapılması gerekenler listesi. Onun ayrıca yapması gereken tek bir şey vardı. O da, karısının da kendi gideceği hayatı seçmesi için teknikerlere not bırakmaktı.

Oldukça uzun, kayan bir yolda dakikalarca yürüdü. Seçim odası ibaresini görünce kayan yoldan çıktı ve sola saptı. Daha dar bir yoldu bu ve duvarlardaki bazı floresanlar oldukça zayıflamış bir ışıkla aydınlatıyordu yolu. Yolun ilerisinde kendisi gibi sakin bir şekilde yürüyen birkaç insanı yakaladı gözleri. Neşelenmeye çalıştı. Yeni bir hayata gidecekti ve daha ötesinde bu hayatı seçme özgürlüğüne sahipti. Yine de, keşke karım da burada olsaydı, diye eklemeden edemedi.

Seçim odasının kapısına geldiğinde, sert bir adam sesi kulaklarında çınladı. “174517, yedinci kısma gidin.” Neden bu kadar sert olmak zorunda ki, diye söylendi içinden, odadan içeriye girerken. Garip bir şekilde duygusallaştığını hissediyordu. Karımla neden aynı güne yazmadılar ki ölüm görevimi, diye düşündü. Yedinci kısma girerken aslında o gün hiç de ölmek istemediğini duyumsadı. Sert ses sanki bu hissi sezmiş gibi daha hırsla kükremişti bu sefer. “Gideceğiniz yaşamı seçiniz.”

Adam önündeki büyük panelde gözüken bazı soruları yanıtladı sırayla. Soru ona neleri sevdiğini sordu. O da kendi kendine mırıldandı yine. Karısını severdi, evinin önündeki ağacı, geceleri uykuya dalmadan önce aralanmış pencereden duyulan yağmur şırıltısını severdi. Ama bunların hiçbiri sorunun altındaki şıklarda yoktu.  Abuk subuk seçenekler deyip birkaç tanesini işaretledi ve hızlı bir şekilde testi bitirdi. Yorum kısmına oldukça dikkatli bir şekilde karısının numarasını yazdı ve onun da gideceği hayatı seçeceğini not düştü. Şimdi içi biraz daha rahatlamıştı. Yolculuğa hazırdı.

Seçim odasından çıktığında ölüm odasına sadece bir koridor uzaklıktaydı. O andan itibaren yarım saat içinde öleceğini biliyordu; ama yine de ölümü otobüs bekler gibi en temel refleksinden yoksun bir şekilde bekledi. Bu sırada anılarının aklına hücum etmesine izin verdi. Karısını ilk gördüğü anı hatırladı. Bebek Üretim Merkezi’nde hemşireydi karısı ve bir arkadaşı nedeniyle buraya yolu düşmüştü. Arkadaşını beklerken bir sürü bebeğin uyuduğu bir odaya dalıvermişti. Fısıltı gibi otomatik bir ses defalarca o sözü tekrarlamıştı, “Ölüm diğer bir hayata geçiştir. Ölümden sonra yaşam vardır.”

Bu sözleri numarası kadar iyi biliyordu. Bu kadar içgüdüsel bir şeyi neden öğretme ihtiyacı duyuyorlar ki, diye sormadan edememişti. O sırada odanın derinliklerinden bir kadın yanında bitivermiş ve ona gülmüştü. “Siz kesin bir mühendis olmalısınız, bu kadar meraklı olduğunuza göre…” demişti. Haklıydı, her zaman olduğu gibi.

Çoğu zaman neden başka bir hayata geçmek zorunda olduğu üzerine kafa patlatmıştı, yine de hiçbir zaman yeterince tatmin edici bir yanıt verememişti kendine. Karısı dâhil birçok insan sistemin verdiği bilgiyle yetinir, bu konuyu fazla kurcalamazdı. Ölüm sistemin devamlılığı için bir gereklilikti. Makinenin çarklarının kusursuz bir şekilde dönmesi, ancak insanların ölmesiyle mümkündü. Tam o sırada kendini hatıralarından ayıran bir zil sesi duydu. Bu uyarı kendisi içindi. Sakince ayağa kalktı ve ölüm odasına girdi.

Oldukça sade bir şekilde döşenmişti ölüm odası. Odanın ortasında yatırılan koltuklardan vardı ve koltuğun etrafında bir sürü makine. Gülümsedi. O sırada arkasından odaya giren teknisyeni fark etti. “Lütfen koltuğa geçin” diye seslendi teknisyen. Adam yavaş adımlarla koltuğa yaklaştı ve oturdu. Bir an ayakkabılarını çıkartıp çıkartmaması konusunda emin olamadı.
“Çizmelerimi çıkartayım mı?”
Teknisyen kafasını makineden kaldırdı ve yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. “Gerek yok, uzanın.”
Denileni yaptı ve uzandı. Teknisyenin, makinenin üzerine gezinen parmaklarını gözledi. Tıkırtılar kulaklarında büyüdü. Bir an aceleyle doğruldu, “Notumu gördünüz değil mi? Eşim de gideceğim hayata gelecek birkaç ay sonra.” Teknisyen tekrardan baktı adamın yüzüne. Gözlerini kıstı elinde olmaksızın. Biraz önceki gülümseyişi hafiften acılaştı. Yine de sakince cevap verdi, “Evet, gördüm. Merak etmeyin, isteğiniz kayıt altında.”

Rahatlamış olarak uzandı ölüm koltuğuna. Gözlerini kapadı ve gelecek hayatını düşlemeye başladı. Bir ara teknisyenin kafasına bazı kablolar yapıştırdığını hissetti, umursamadı. Geleceği düşlemek çok tatlıydı. Keyifle ölümünü bekledi. Suratındaki gülümsemeye engel olamıyordu. Birazdan hafif bir uykuya dalacak ve uyandığında yeni hayatında olacaktı. Tüm bunları düşünürken gerçekten de o anın geldiğini hissetti son bir kez ve kalp atışı durdu.

Teknisyen ciddiyetini hiç bozmadan makineyi kapattı ve uyarı düğmesine dokundu. On saniye içinde odaya birkaç adam girdi ve adamın cesedini soyup büyük bir torbanın içine koyarak bir sedyeye yatırdılar. Ardından da hızlı adımlarla odadan çıktılar. Teknisyen duygusuz bir şekilde adamdan geriye kalan çizmelere baktı.

Bir insanı öldürmenin onu en temel refleksinden ayırdığın zaman ne kadar kolay olduğunu düşündü. Yıllardır sessizce öldürdüğü bu insanların hiçbirinde en ufak bir yaşama mücadelesi gözlemlememişti. Herkes gülümseyerek ölürdü, tatlı ölürdü. Sonsuz yaşam hakkının, gerçek bir yaşamı nasıl mahvedebileceğine hayret etti, teknisyen, bir kez daha. Üstelik hiç çırpınmadan, sessizce…