21 Şubat 2014 Cuma

Enstitü

Bir gürültü koptu. Herkes şaşkınlıkla birbirine baktı. Köylüler, Tarım Üretim Merkezi’nden çıkmak üzereydiler. İş kıyafetlerini dezenfektan sepetine atmışlar ve köylü giysilerine bürünmüşlerdi, yine. Sonra dışarıya akan o kalabalığa karışmışlardı.

Köylü, arkasından ittiren kitlenin etkisiyle dışarı püskürdüğünü düşünmeden edemedi. Yağmur dinmişti. Yerler ıslaktı ama ayakkabılarından içeriye geçecek kadar etkili değildi bu ıslaklık. Gözü kararmakta olan akşamın alnında parıldayan ateşe kaydı. Bir şey yanıyor olmalıydı. Kalabalığın yönlendirmesiyle yanan bölgeye doğru yürümeye başladı. Etrafındaki herkesin fısıldaştığını hissedebiliyordu; ama onun aklı sırtındaki ağrılardan başka noktaya odaklanamıyordu. Reşit olalı ve Tarım Üretim Merkezi’nde çalışmaya başlayalı birkaç ayı geçmişti, yine de bedeni alışamamıştı iş yorgunluğuna. Günün birkaç saati toprağa eğilmiş bir şekilde çalışmak, sırada oturmakla eşdeğer değildi. Sırtının duyumsattığı her ağrı atağında Çocuk Eğitim Merkezi’ndeki derslerini hatırlar olmuştu. Yine de bu özlem sadece birkaç dakika sürer ve reşit olmanın gururuna bırakırdı yerini.

Önündeki kitledeki genç köylülerin ‘Yanan bina Genetik-Ziraat Enstitüsü!’ demesiyle düşüncelerinden sıçradı. Adeta gözleri sonuna kadar açılmış ve biraz önce hiç de önemsemediği bu ateşin geldiği yön anılarında canlanmıştı. Eğitim Merkezi’ndeki öğretmenlerinin ders dışında çalıştığı yerdi burası. Beyaz odalarda beyaz önlüklü insanların aslında onlar, Köylüler, için çalıştığı yerdi. Öğrencilerin pek göremediği fakat öğretmenlerinin hep hayranlıkla bahsettiği bilim insanlarının eviydi. Daha küçükken beyaz önlüklü görmek için çitlerinin civarında arkadaşlarıyla dolaştığını hatırladı, Köylü. Her boş vaktinde arka cebine kitabını sokuşturup Enstitü’nün yanındaki koruya gider ve onu rahatça gözlemleyecek bir ağacın altına otururdu. Bir gün o beyaz koridorlarda kendisinin de yürüyeceğini, beyaz önlüklü arkadaşlarıyla bilim tartışacağını ve birlikte bulacakları o icadın Zinli yöneticileri köylerinden atacağını hayal ederek uykuya dalardı. Büyüdükçe hayallerinden nasıl da koparıldığını hatırladı, Köylü. Reşit olma gururunun nasıl da her şeyin önüne geçtiğini hatırladı, sonra da sırt ağrılarını.

Yanındaki insanlarla koşarak ilerlemeye ne zaman başladığını anımsamıyordu. Tek hissettiği dehşet duygusuydu. Çevresindeki herkesle bu hissi paylaştığını biliyordu. Sanki herkes bir anda kaybetmeyi hiç düşünmediği oyuncağını yerinde bulamamanın korkusuna bürünmüş ve koşmaya başlamıştı. Koruluğun sonuna doğru bağrışmalar ve çığlıklar kulaklarını doldurmaya başladı. Alevler gözlerini alıyordu, öyle ki telaştan ağaç dallarına takılarak düşenler fark edilmiyor ve izdiham yaşanıyordu. Koruluk sınırında ansızın durakladı Köylü. Arkasından ona çarpan insanları duyumsadı sırt ağrılarında, ama önemsemedi. Bir an bütün iletişimi kesildi dünyayla, kıpırdayamadı. Bütün çevre köyler alana toplaşmıştı. Sinirli insanların sesini duydu.

‘İlerlemek mümkün değil, polis elektromanyetik duvar örmüş!’ diyerek bağıran bir Köylü geçti yanından. Bir ayakkabısını kaybettiği için topallıyordu. Birkaç metre ilerisinde bir toplaşma vardı. Ellerini gözlerine siper ederek ateşin delici ışığından kurtulmaya çalıştı, sonra birkaç adım attı bilinçsizce toplaşmaya doğru. Bir itişme kakışma oldu ve topluluk aralandı. O sırada açılan aralıktan gördü, bir beyaz önlüklü yerde baygın yatıyordu. Etrafındakiler yüzüne su çarpıyor ama adam ayılmıyordu. Hayal dünyasına gitti aklı. Güneş ışığında yeşil bitkilerin arasından adeta birileri aklında bağırıyordu, ‘elektromanyetik duvara yaklaşmayın, geri durun!’.

Köylü birkaç adım attı, neden bu dost seslere inat ettiğini anlamayarak. Duvarın nerede başladığını göremiyordu. Nerede kendisini yutmak isteyeceğini bilmiyordu. Dokunduğu anda bütün bedeninden soyutlanacağını tahmin edebiliyordu. Belki bilincini kaybedeceğini, o beyaz önlüklü gibi yere kapaklanacağını biliyordu. Neden ilerlediğini bilmeden yerde yatan bedenleri geçti. Sonra durakladı, daha önce hiç olmadığı kadar yakındı Enstitü’ye şimdi. Birinin kendisini görme ihtimalinden çekinerek koruya saklanmamıştı. Apaçık karşısına çıkmıştı. Neden bu kadar geç diye fısıldadı kendi kendine. Kızdı ansızın, kaybetmeyi kabullenemedi. Her ayrıntısını kafasına kazıdığı bu binanın yok oluşunu çaresizce izlemeyi yediremedi hayallerine. Belki bedenine sorsa bu soruyu, durabilirdi olduğu yerde. Ama hayallerine sormuştu bir kere. Tam adımını atacaktı ki kafasına sert bir darbe yedi.

Her yer yeşildi şimdi. Güneş ışığı beyaz odaları aydınlatıyordu. Kollarına baktı. Bembeyaz önlüğü vardı. Göğsünde bir heyecan dalgası kabardı. Enstitü’de olmalıydı. O zaman bir odası da olmalıydı. Hızla yürümeye başlamıştı ki biri arkasından hırçın bir sesle bağırdı. ‘Kimsin sen?’ Durdu. Kimdi o? ‘Cevap ver Köylü!’ dedi bu sefer ses. Köylüyüm ben, diye fısıldadı. Sonra aklına beyaz önlüğü geldi. İçini bağırma isteği kapladı, görmüyor musun bilim adamıyım ben, demek istedi kaba sese. Bir hışım döndü kollarını kaldırarak; ama kolları beyaz değildi artık. Yırtık köylü entarisinin ince kumaşını gördü gözlerinin önünde. Sonra başını kaldırdı, şaşkın gözlerle. Biçimsiz ses, sahibi gibi boşlukta yankılanıyordu, ‘Neden buradasın Köylü?’. Sesin bir bedeni yoktu ve beyaz odalar şimdi alev kırmızısına dönüşmüştü. Soğuk bir demir parçası hissetti ensesinde. Dizlerinin üzerine çökmüştü, kaba saba botlar görüyordu hayal meyal. Cevap vermedi, çünkü bir cevabı yoktu. Beyaz odaya dönmek istiyordu. Sonra namlunun tenine işlediğini duyumsadı daha derinden. Ses bağırdı bir kez daha, ‘Cevap ver, Köylü, yoksa ölürsün!’.

Sırtının ağrıdığını hissetti. Ayağındaki nasırı hatırladı. O gün ellerine batmış olan dikenler geldi aklına. Yağmurda akan evinin damını gördü gözlerinin önünde. Tarım Üretim Merkezi’ndeki jenerik bitkileri, yapay güneş ışığı ve dezenfekte kıyafetleri anımsadı, teker teker. Sonra da her şeyden önce bir insan olduğunu hatırladı, bulanık bir şekilde. ‘Köylüyüm, ben!’ diye geri bağırdı.
‘Neden buradasın?’
‘Yangın vardı… Bilmiyorum.’ Namlunun eskisi kadar sert olmadığını hissetti. Hırçın ses devam etti.
‘Kimin köylüsüsün?’ Kimsenin köylüsü falan değildi, ama vermesi gereken cevabı biliyordu.
2050. Köy Tarım Üretim Merkezi’nin’.
‘Sol kolunu havaya kaldır!’ Köylü, polisin bütün köylülerin sol koluna işlenmiş olan aidiyet etiketini görmek istediğini anlamıştı. Yavaşça kolunu kaldırdı, giysisinin yeni yerçekimine karşı koyamadı. Yapay gün ışığıyla bronzlaşmış kolu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Harflerden ve sayılardan oluşmuş kapkara bir kod adeta sıska iskeletine işlemişti.
‘Yaşamak istiyorsan şimdi koşarak buradan uzaklaş!’

Silah inmişti. Adamın ağır botuyla sırtına vurarak kendisini ittiğini hissetti Köylü, hayal meyal. Yarım yamalak hareketlerle doğruldu ve bir iki kere tökezleyerek koruya doğru koşmaya başladı. O sırada arkasından bir bağırış duydu, ‘Özgür bir köylüyüm! Hiç kimsenin…’ ve ardından bir silah patlaması kulaklarında çınladı. Adeta nefes almayı unutmuş bir şekilde kaçtı koruya. İniltiler duymuştu, ya da belki de o uydurmuştu bu sesleri. Aklında yarattıkları dâhil hiçbir ses duymayıncaya kadar koştu. Kaç tane bedenin üzerinden atladığını hatırlamıyordu, ya da kaç tane insana çarparak düştüğünü. Tek anımsadığı zamanının hızıyla koştuğuydu. Adrenalini tükendiğinde tökezledi, yere kapaklandı ve olduğu yerde kıpırtısızca kaldı. Beyaz koridorların yerini yangın kokusu alıncaya kadar ölü bir bedeni anımsatırcasına yattı dalların üzerinde. Üzerinden birkaç tane insanın atladığını gördü. Çığlık atan bir çocuğu ve birkaç silah sesi duydu. Sonra sırtının ağrısını hatırladı. Sonsuza kadar o ağaçların arasında bu şekilde kalabilirdi; ama kendini zorladı ve doğruldu. Sağındaki ağaca doğru süründü ve sırtını ağaca, yüzünü ışığa verdi. Tükenmiş bir nefesle baktı Enstitü’ye. İçinde bir yerlerde bir çocuğun öldürüldüğünü hissetti. Belki silah ensesinde patlamış olsa canının bu kadar yanmayacağını düşündü. Zinliler benim reşit yaşımı yanlış hesaplamışlar, diye söylendi buruk bir gülümsemeyle, ben şimdi reşit oldum, diye fısıldadı dudaklarını ısırarak. Zor tuttu gözlerini, kendinden utandı. Karmakarışık duygularla küle dönüşen hayallerini izlemeye daldı.


19 Şubat 2014 Çarşamba

Hafıza Dairesi'nde 4 Saat

Bu öykü ülkemin artık var olmayan tarafsız basın kurumuna atfedilmiştir.




Bulmalıyım, diyordu, silinmeden bulmalıyım o bit parçasını. Elindeki elektronik zımbırtıyı hızlı hareketlerle milyonlarca küçük kutunun muntazam şekilde dizildiği duvarların önünde sallıyor ve zımbırtı kapkaranlık kutuların anlık olarak ışıldamasına izin veriyordu. Işıltılar harflere dönüşüyor ve gazeteci hızlı bir şekilde kutudaki bilgiyi okuyordu. Ama yoktu işte, bulamıyordu. Taraması gereken bir sürü kutu ona kahkahalar atarak bakıyordu. O ise bazen duraklıyor ve solundaki duvarda asılı duran saate dikiyordu gözlerini. Zamanla yarışıyordu.

Sadece birkaç saat önce büyük ve tek gazete ofisindeki yumuşak koltuğuna gömülmüş halde günlük işlerini hallediyordu hâlbuki. Her zamanki denetleme ve yok etme rutinleriydi. Onun lakabı Silici’ydi. Eskiden habercilerin işi ne zormuş diye düşündü, parmakları klavyede gezinirken. Bütün paragrafı tek bir tuşla sildi. Durakladı, bu işi bitirmek için oldukça zamanı vardı. Düşünerek yazmalıydı, her şeyin öncesinde paragrafın altını kurgulamalıydı. O sırada aklına eski ve tarihte kalmış kitap denilen cihazlardan birindeki olay geldi. Romandaki adamın daktilosunun karşısına oturup tüm gazete sayfasının her satırını teker teker yazdığını hatırladı. Kafasını salladı, gerçekten zor olmalıymış, dedi. Genelde bütün bir paragrafı silmek zorunda kalmazdı. Oldukça nadiren yeniden kurgulamalar gerekirdi. Çoğu zaman tarihler, isimler ya da rakamlar değişirdi. Fakat bu sefer daha ince bir iş gerekiyordu. Adam, dedi, tek bir sayfada değişiklik istendiğinde tüm sayfayı tekrardan yazıyordu ve eskisini bellek deliğine fırlatıyordu. Tekrar kafasını salladı. Elinin altındaki teknolojiye hayranlıkla bakmadan edemedi. Hâlbuki onun yapması gereken değişiklikler sadece birkaç klavye darbesiyle gerçekleşebiliyordu. Sil komutuyla bütün bir geçmişi saniyede yok edebiliyordu.

O sabah eşiyle konuştuktan sadece yarım saat sonra posta kutusuna düşmüştü bu iş. Ofiste onun dışında yalnız yedi kişi vardı, çoğu gazeteci başbakanın verdiği basın toplantısına gitmişti. Bu şaşalı toplantıları umursamıyordu, yaptığı işi seviyordu. O günkü ekspres iş sokağın birinde patlatılan bombayla ilgiliydi. Suratını ekşitti, bu protestocular polisten ne istiyorlar ki, diye söylendi. Polis protestoculara bomba fırlatmış ve yirmiye yakın kişiyi öldürmek zorunda kalmıştı. Tekrar kafasını salladı, polis olmak zor, dedi. Nasıl olmuşsa sanal ağın bir köşesine düşmüştü haber. Gıcık oluyordu bu bağımsız habercilere. Adamların işi gücü kendisi gibi Silici’lere iş çıkartmaktı. Polisin attığı bombaya nasıl olmuş da yakalanmamış, diye homurdandı. Bu köşelere saklanmış haberlerin yok edilmesi için ayrıca ücret alması gerektiğini düşündü yine. Eşi bile demişti, senin asıl işin gazetede yayınlanan haberlerin politik atmosfere göre düzeltilmesi, diye. Bir of çekti ve bilgisayarının ekranına eğilerek sayfadaki bütün paragrafları tek bir klavye darbesiyle sanal ağın bilgi çöplüğüne gönderdi.

Tek gerçekliğin sanal olması ne kadar büyük bir rahatlıktı. Birkaç saniye önce bütün gerçekliği değiştirmiş ve öldürülen yirmi kişiyi o yok etmişti. Aslında polis hiçbir zaman yirmi kişiyi öldürmemişti. Bu kadar basitti. Sonra durakladı. Adam da umursamıyordu, dedi kendi kendine. Hem yaptığı iş sahtekârlık değildi, adamın da böyle düşündüğünü hatırladı. Zaten yok olacak bir şey var olmuş olur muydu? Geçmiş sadece belgelerde ve insan zihninde yaşayabilirdi. Hedefe yerleştirilen geçmiş parçası, bu ikisiyle bağlantısını kaybettiği anda, geçmiş olmaya devam edebilir miydi? İşi bu yüzden sahtekârlık değildi, çünkü onun yaptığı doğru bir bilgiyi çarpıtarak yazmak değil, doğru bilgiyi yok etmekti ve yerine yenisini koymaktı. Bu kandırmak değil; geçmişi doldurmak, onu yeniden yaratmaktı.
Bütün sayfanın tamamen silinmesi sürecini başlattığında sayfanın sonuna eklenmiş fotoğrafları gördü. Birinde polis bombayı atmak üzereydi, bir diğerinde atmış ve ortalık darmaduman olmuştu. Diğer bir fotoğrafta kol mu ayak mı olduğu belli olmayan uzuvlar gözüküyordu. İğrenç, diye söylenirken donakaldı. Bir süre parmaklarını kıpırdatamadı. Eşi kanlar içinde yatıyordu fotoğrafın ortasında.
Konuşamadı, yalnızca fotoğrafa bakakaldı birkaç saniye. Sonra fotoğraflarda gözüken mekânı tanıdı ve bütün sayfa gözlerinin önünde yok oldu. Eşinin dükkânının olduğu sokaktı patlamanın yaşandığı yer. Dudaklarını ısırdı ve göz kapaklarını büyük bir güçle sıktı.


***


Sadece on dakika sonra bütün hafıza kutuları resetlenecekti ve bütün silinen bilgiler sonsuza dek kaybolacaktı. Silici, yaklaşık dört saat önce ofisteki meslektaşlarına belli etmeden ofisten ayrılmış ve en yukarı kattaki yönetim koridoruna izinsiz bir şekilde dalmıştı. Başbakanın basın toplantısı, diye mırıldanmıştı ve koşar adımlarla gizli odaya girmişti. Kendisini affedeceklerinden emindi. Şu zamana dek hiç sözlerinden çıkmamıştı. Eşinin öldürüldüğünü kanıtlaması gerekiyordu. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki? O haber kırıntısına ihtiyacı vardı. Gizli odanın kapısını arkasından kilitlemiş ve bilgisayarın hafızasını kafasında canlandırmasını sağlayan makineye girmişti. Bu silinen bir bit yığınını kurtarmanın en kolay yoluydu.

Şimdi aklındaydı ve reset zamanına sadece birkaç dakika kalmıştı. Bütün hafıza prosedür gereği dört saatte bir yenilenirdi. On binlerce hafıza kutusunun içini karıştırmış; ancak istediği haberi henüz bulamamıştı.

Çok yorulmuştu, yine de telaşla aramaya devam etti. Haberi bulma amacı üzüntüsünün önüne geçiyordu. Her umutsuzluğa kapılıp durakladığında ve nefes nefese yere yığıldığında ise o fotoğraf geliyordu aklına. Ağlıyor ve protestoculara sövüyordu, polise değil. Protesto yapacak başka yer bulamadınız mı ananınızı avradınızı …, diye söylenirken bağımsız haberciye minnet duymadan edemiyordu. Bu haber olmasaydı, karısının öldüğünü asla bilemeyecekti. Polislerin ortalığı birbirine kattıktan sonra cesetleri toplu mezarlara götürerek gömdürdüğünü duymuştu. Gerçeği yok edebilmek adına hasar sonrası sadece birkaç saat içinde bütün sokak yenilenirdi. Görmüş ve duymuş olanlar fazla zorlanmazlardı unutmak için zaten. Geriye sadece fotoğraflar ve yazılar kalırdı. Helal olsun be bağımsız haberci, dedi yaptığı yüzsüzlüğü umursamayarak. Kalktı tekrardan, aramaya devam etti büyük hafıza odasını.

Baktığı sütundaki son kutudaki tanıdık sözcükleri görünce önce bir titredi, sonra gözleri yaşardı ve gülmeye başladı. Kutuyu bulmuştu. Zımbırtının geri yükleme butonunu ararken ansızın bütün hafıza kutuları parıldadı ve tekrardan karanlığa gömüldüler teker teker. Gülen suratı ekşidi yavaş yavaş Silici’nin. Elindeki aleti düşürdü ve yere yığıldı.
Reset gerçekleşmiş ve bütün gerçekler başarıyla yok edilmişti hafıza dairesinde.                

13 Şubat 2014 Perşembe

Köy

Toprak saatlerdir yaştı. Yağmur damlaları ormanın dibindeki yüzlerce evin pencerelerine çarpıyor, daha fazla ilerleyememenin acısıyla camda süzülmeye mahkum oluyordu. Şimşekler, köylülerin yaşadığı köyün bu bölgesinin teknolojiden nasibini alamamış olmasını umursamaksızın aydınlatıyordu karanlık geceyi. Tıngır mıngır ses çıkartıyordu rüzgarın etkisine kapılmış kapı kirişlerine asılı minik çanlar. Sonra ansızın tüm sesler gök gürültüsünün homurtusu içinde kayboluyor ve bu kısır döngü bir sondan mahrummuş gibi devam ediyordu.

Ormanın en dibindeki tek katlı mütevazı evin pencerelerinin ardından mekanik bir alarm sesi yükseldi. Periyodik ses belki yarım dakika bekledi kapatılmak için. Güneş bile henüz gözünü açmamışken odanın alarmla yankılanması ne leş gibi olmuş yatağı ne de duvarın köşesinde hafif bir şekilde akıtan tavanı memnun etmişti büyük ihtimalle. Hiçbiri henüz uykusundan uyanmak için hazır değildi; ancak odada bir çift göz çoktan parlamış, kıpırdamadan yağmur sesinin alarmla girişimini dinlemişti.

Bir çift gözün sahibi birkaç dakika içinde tüm komşularının evlerinde ışıkların yanmaya başlayacağını biliyordu. Köyde işçilik erken başlardı, şafak sökmeden, güneş parlamadan. Aslında yapılan işçiliğin güneşle yakından uzaktan alakası yoktu. Bu kadar erken kalkıp çalışıyor olmak sadece günlük çalışma saatini tutturabilmek için gerekliydi. Bunları aklından geçiren Köylü yatak gıcırtısı eşliğinde dikildi. Çıplak ayakları yerin soğuğuyla bütünleştiğinde ansızın orada olmak istemediğini hatırladı. Ama böyle düşünmenin hiçbir faydası yoktu. O köy onun bildiği tek yerdi, başka nereye gidebilirdi ki? Sayamadığı kadar yıldan beri belki de her gün tekrarladığı sözlerle avutmaya çalıştı kendini, hadi bugünü de bir atlatalım.

Köylülerin haneleri ormana en yakın noktada konuşlandırılmıştı. Aslında Köylü’nün hatırlayamadığı kadar yıl önce evler hizaya dizilmemişti o günkü gibi. Köyün merkezinde dağınıktı evleri ve toprakları. Şimdiki köyün merkezinde bütün köylülerin de kabul ettiği gibi onların refahı adına çalışması gereken devasa bir bina vardı, Tarım Üretim Merkezi. Köylü ve komşuları bir yığın halinde haneler bölgesinden üretim bölgesine yürürken yağmur hafiflemişti; ama yine de toprak doyasıya ıslaktı ve ayakları adeta çamurun içinde yüzüyordu. Elini gözlerine siper ederek uzağa bakmaya çalıştı. Üretim bölgesinin aydınlatılmış sokaklarını seçebiliyordu. Biraz daha sabrederse asfalt yollar ayaklarını toprağın çamurundan kurtarabilirdi. O sırada yanında yürümekte olan komşunun küçük oğlunu fark etti. Çocuğun yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Nedenini anlayamayarak baktı bu gülümsemeye Köylü. Sonra aklına geldi, çocuğun reşit olduğunu duymuştu bir sohbette. Reşit yaşı Tarım Üretim Merkezi’nde çalışmaya başlama yaşı anlamına geliyordu. Köyde yıllardır dolaşan bir söylentiye göre bu yaş uydurma bir yaş değildi, köye gelen Zinli mühendislerin yaptıkları hesaba göre reşit olma yaşı bir insandan alınabilecek maksimum verimle belirlenmişti. Bu yaşın altındaki bir kişi çocuk olarak işleri yavaşlatma potansiyeline sahipti. O nedenle de köyün Çocuk Eğitim Merkezi’nde eğitilmeliydi. Komşunun oğlu reşit olmanın taze onurunu yaşıyor olmalıydı. Gözleri ister istemez çamur içinde ilerlemeye çalışan ayaklarına kaydı Köylü’nün. Ayaklarında gördü geçmişini. O da heyecanlanmıştı ilk reşit olduğu zamanlar, fakat bu heyecan beklediğinden çok kısa zamanda sönmüştü.

Üretim bölgesine gelince rahat bir nefes aldı, bu dehşetli kışın ortasında köyün en sıcak binasına girmek için sabırsızlanıyordu. Üretim merkezinin kapıları açıldı ve tüm köylüler hızlı bir şekilde içeri doldu. Dezenfekte olup iş kıyafetlerini giydikten sonra hepsi bir önceki gün kendilerine atanan görev yerine yerleşti. Köylü, büyük tarım alanında tohum ekecekti. Büyük tarım alanı gerçeği aratmayacak derecede iyi taklit edilmiş bir doğa parçasıydı. Tarım Üretim Merkezi’ndeki olağanüstü teknolojik her şey gibi büyük tarım alanı da her parçasıyla Zin’den geliyordu. Köylü bu alana her girişinde bir binada olduğunu kendisine hatırlatmak zorunda kalıyordu; çünkü güneşi taklit eden homojen ışıklar bu alana daima güneşlenen bir doğa parçası süsü veriyordu. Aslında gerçekten de aynı etkiyi yaratıyordu. Homojen ışıklandırma, Köylü’nün Çocuk Eğitim Merkezi’nde öğrendiği kadarıyla, yüzyılın en büyük tarımsal icatlarından biriydi. Yapılan çalışmalara göre güneş ışığının etkileriyle virgülden sonra yedinci basamağa kadar aynı sonuçları veriyordu. Köylü aklında bu düşüncelerle kafasını salladı ve mırıldandı, Zinliler işte.

Kendisine ayrılan akıllı toprağa eğildi ve akıllı tohumları ekmeye başladı. Aslında çok zahmetli bir iş değildi. Akıllı toprak özel kimyasal dökülmüş bir topraktı, aynı kimyasalın farklı bir çeşidine bulanmış olan akıllı tohumla bir araya gelince adeta programlanabilir bir bitki oluşuyordu. Bu bitkiye jenerik bitki deniyordu, çünkü toprağından ayrılmadığı sürece toprağın beslenme türüne göre jenerik bitkiden katalogda yazılan her türlü bitkiyi elde etmek mümkündü. Köylü çocukken eğitim merkezindeki öğretmeninin söylediklerini hatırladı hayal meyal. Epey bilgili olan öğretmeni köyün biraz dışında kalmış olan Genetik-Ziraat Enstitüsü’nde akıllı toprak üzerine çalıştığından bahsetmişti ona. Çocukken bunun kafasını çok kurcaladığını hatırlıyordu şimdi. Akıllı toprak kendine özel tohumları olmaksızın hiçbir işe yaramıyordu. Dolayısıyla hepsi beraber bir paket içinde satın alınıyordu. Ayrıca bu toprak düşünüldüğü kadar da dayanıklı değildi. Birkaç kullanımdan sonra kimyasal içeriğinden dolayı işe yaramaz hale geliyordu. Eski set atılıyor, yerine yenisi konuluyordu.

Köylü topraktan kafasını kaldırdı. Sağındaki, solundaki, önündeki ve arkasındaki bütün köylüler toprağın içine girercesine ekim yapıyorlardı. Evleri nasıl orman sınırına hizalanmışsa, onlar da aynı şekilde toprağın yanına hizalanmışlar; sessiz sedasız çalışıyorlardı. Kafasını eğmesiyle düşünceler düştü yine gözlerinin önüne. Öğretmeninin Enstitü’de akıllı toprak üretmeye çalıştığını hatırladı. Tam olarak şu sözleri söylemişti ona, Eğer bunu yapabilirsek bir daha Zin’den toprak ve tohum almak zorunda kalmayacağız. Üstelik Enstitü’de üzerine çalışılan tohum topraktan bağımsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Köylü bunların hepsini sanki dün duymuş gibi hatırlıyordu. Daha dayanıklı olacak demişti öğretmeni. Gözleri parlıyordu bunları anlatırken öğrencilerine. Köylü onun sürekli çalıştığını ve hiç uyumadığını düşünüyordu. Yine de gözlerinin altı şişmiyordu.

Ansızın durakladı Köylü, öylece baktı toprağa. Tohumları tutan eldivenli elleri açıldı, tohumlar teker teker düştü toprağa. Daha fazla düşünmeye çalışmadı, anılar zaten akıyordu. Gözlerini kırpıştırdı. Nemi hissetti gözlerinde, kirpiklerinin üzerinde, sonra yanağında duyumsadı nemi. Nem kaydı yavaşça, akıllı toprağa düştü, kayboldu. Enstitü de öyle kayboldu, dedi içinden. Bir gözyaşı gibi yok oldu.