Bir gürültü koptu. Herkes
şaşkınlıkla birbirine baktı. Köylüler, Tarım Üretim Merkezi’nden çıkmak
üzereydiler. İş kıyafetlerini dezenfektan sepetine atmışlar ve köylü
giysilerine bürünmüşlerdi, yine. Sonra dışarıya akan o kalabalığa
karışmışlardı.
Köylü, arkasından ittiren
kitlenin etkisiyle dışarı püskürdüğünü düşünmeden edemedi. Yağmur dinmişti.
Yerler ıslaktı ama ayakkabılarından içeriye geçecek kadar etkili değildi bu
ıslaklık. Gözü kararmakta olan akşamın alnında parıldayan ateşe kaydı. Bir şey
yanıyor olmalıydı. Kalabalığın yönlendirmesiyle yanan bölgeye doğru yürümeye
başladı. Etrafındaki herkesin fısıldaştığını hissedebiliyordu; ama onun aklı
sırtındaki ağrılardan başka noktaya odaklanamıyordu. Reşit olalı ve Tarım
Üretim Merkezi’nde çalışmaya başlayalı birkaç ayı geçmişti, yine de bedeni
alışamamıştı iş yorgunluğuna. Günün birkaç saati toprağa eğilmiş bir şekilde
çalışmak, sırada oturmakla eşdeğer değildi. Sırtının duyumsattığı her ağrı
atağında Çocuk Eğitim Merkezi’ndeki derslerini hatırlar olmuştu. Yine de bu
özlem sadece birkaç dakika sürer ve reşit olmanın gururuna bırakırdı yerini.
Önündeki kitledeki genç
köylülerin ‘Yanan bina Genetik-Ziraat
Enstitüsü!’ demesiyle düşüncelerinden sıçradı. Adeta gözleri sonuna kadar
açılmış ve biraz önce hiç de önemsemediği bu ateşin geldiği yön anılarında
canlanmıştı. Eğitim Merkezi’ndeki öğretmenlerinin ders dışında çalıştığı yerdi
burası. Beyaz odalarda beyaz önlüklü insanların aslında onlar, Köylüler, için
çalıştığı yerdi. Öğrencilerin pek göremediği fakat öğretmenlerinin hep
hayranlıkla bahsettiği bilim insanlarının eviydi. Daha küçükken beyaz önlüklü
görmek için çitlerinin civarında arkadaşlarıyla dolaştığını hatırladı, Köylü.
Her boş vaktinde arka cebine kitabını sokuşturup Enstitü’nün yanındaki koruya
gider ve onu rahatça gözlemleyecek bir ağacın altına otururdu. Bir gün o beyaz
koridorlarda kendisinin de yürüyeceğini, beyaz önlüklü arkadaşlarıyla bilim
tartışacağını ve birlikte bulacakları o
icadın Zinli yöneticileri köylerinden atacağını hayal ederek uykuya
dalardı. Büyüdükçe hayallerinden nasıl da koparıldığını hatırladı, Köylü. Reşit
olma gururunun nasıl da her şeyin önüne geçtiğini hatırladı, sonra da sırt
ağrılarını.
Yanındaki insanlarla
koşarak ilerlemeye ne zaman başladığını anımsamıyordu. Tek hissettiği dehşet
duygusuydu. Çevresindeki herkesle bu hissi paylaştığını biliyordu. Sanki herkes
bir anda kaybetmeyi hiç düşünmediği oyuncağını yerinde bulamamanın korkusuna
bürünmüş ve koşmaya başlamıştı. Koruluğun sonuna doğru bağrışmalar ve çığlıklar
kulaklarını doldurmaya başladı. Alevler gözlerini alıyordu, öyle ki telaştan
ağaç dallarına takılarak düşenler fark edilmiyor ve izdiham yaşanıyordu.
Koruluk sınırında ansızın durakladı Köylü. Arkasından ona çarpan insanları
duyumsadı sırt ağrılarında, ama önemsemedi. Bir an bütün iletişimi kesildi
dünyayla, kıpırdayamadı. Bütün çevre köyler alana toplaşmıştı. Sinirli
insanların sesini duydu.
‘İlerlemek mümkün değil, polis elektromanyetik duvar örmüş!’
diyerek bağıran bir Köylü geçti yanından. Bir ayakkabısını kaybettiği için
topallıyordu. Birkaç metre ilerisinde bir toplaşma vardı. Ellerini gözlerine
siper ederek ateşin delici ışığından kurtulmaya çalıştı, sonra birkaç adım attı
bilinçsizce toplaşmaya doğru. Bir itişme kakışma oldu ve topluluk aralandı. O sırada
açılan aralıktan gördü, bir beyaz önlüklü yerde baygın yatıyordu. Etrafındakiler
yüzüne su çarpıyor ama adam ayılmıyordu. Hayal dünyasına gitti aklı. Güneş
ışığında yeşil bitkilerin arasından adeta birileri aklında bağırıyordu, ‘elektromanyetik duvara yaklaşmayın, geri
durun!’.
Köylü birkaç adım attı,
neden bu dost seslere inat ettiğini anlamayarak. Duvarın nerede başladığını
göremiyordu. Nerede kendisini yutmak isteyeceğini bilmiyordu. Dokunduğu anda
bütün bedeninden soyutlanacağını tahmin edebiliyordu. Belki bilincini
kaybedeceğini, o beyaz önlüklü gibi yere kapaklanacağını biliyordu. Neden
ilerlediğini bilmeden yerde yatan bedenleri geçti. Sonra durakladı, daha önce
hiç olmadığı kadar yakındı Enstitü’ye şimdi. Birinin kendisini görme
ihtimalinden çekinerek koruya saklanmamıştı. Apaçık karşısına çıkmıştı. Neden bu kadar geç diye fısıldadı kendi
kendine. Kızdı ansızın, kaybetmeyi kabullenemedi. Her ayrıntısını kafasına
kazıdığı bu binanın yok oluşunu çaresizce izlemeyi yediremedi hayallerine.
Belki bedenine sorsa bu soruyu, durabilirdi olduğu yerde. Ama hayallerine
sormuştu bir kere. Tam adımını atacaktı ki kafasına sert bir darbe yedi.
Her yer yeşildi şimdi.
Güneş ışığı beyaz odaları aydınlatıyordu. Kollarına baktı. Bembeyaz önlüğü
vardı. Göğsünde bir heyecan dalgası kabardı. Enstitü’de olmalıydı. O zaman bir
odası da olmalıydı. Hızla yürümeye başlamıştı ki biri arkasından hırçın bir
sesle bağırdı. ‘Kimsin sen?’ Durdu.
Kimdi o? ‘Cevap ver Köylü!’ dedi bu
sefer ses. Köylüyüm ben, diye
fısıldadı. Sonra aklına beyaz önlüğü geldi. İçini bağırma isteği kapladı, görmüyor musun bilim adamıyım ben, demek
istedi kaba sese. Bir hışım döndü kollarını kaldırarak; ama kolları beyaz
değildi artık. Yırtık köylü entarisinin ince kumaşını gördü gözlerinin önünde.
Sonra başını kaldırdı, şaşkın gözlerle. Biçimsiz ses, sahibi gibi boşlukta
yankılanıyordu, ‘Neden buradasın Köylü?’.
Sesin bir bedeni yoktu ve beyaz odalar şimdi alev kırmızısına dönüşmüştü. Soğuk
bir demir parçası hissetti ensesinde. Dizlerinin üzerine çökmüştü, kaba saba
botlar görüyordu hayal meyal. Cevap vermedi, çünkü bir cevabı yoktu. Beyaz
odaya dönmek istiyordu. Sonra namlunun tenine işlediğini duyumsadı daha
derinden. Ses bağırdı bir kez daha, ‘Cevap
ver, Köylü, yoksa ölürsün!’.
Sırtının ağrıdığını
hissetti. Ayağındaki nasırı hatırladı. O gün ellerine batmış olan dikenler
geldi aklına. Yağmurda akan evinin damını gördü gözlerinin önünde. Tarım Üretim
Merkezi’ndeki jenerik bitkileri, yapay güneş ışığı ve dezenfekte kıyafetleri
anımsadı, teker teker. Sonra da her şeyden önce bir insan olduğunu hatırladı,
bulanık bir şekilde. ‘Köylüyüm, ben!’ diye
geri bağırdı.
‘Neden buradasın?’
‘Yangın vardı… Bilmiyorum.’ Namlunun eskisi kadar sert olmadığını
hissetti. Hırçın ses devam etti.
‘Kimin köylüsüsün?’ Kimsenin köylüsü falan değildi, ama vermesi
gereken cevabı biliyordu.
‘2050. Köy Tarım Üretim Merkezi’nin’.
‘Sol kolunu havaya kaldır!’ Köylü, polisin bütün köylülerin sol
koluna işlenmiş olan aidiyet etiketini görmek istediğini anlamıştı. Yavaşça
kolunu kaldırdı, giysisinin yeni yerçekimine karşı koyamadı. Yapay gün ışığıyla
bronzlaşmış kolu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Harflerden ve sayılardan
oluşmuş kapkara bir kod adeta sıska iskeletine işlemişti.
‘Yaşamak istiyorsan şimdi koşarak buradan uzaklaş!’
Silah inmişti. Adamın
ağır botuyla sırtına vurarak kendisini ittiğini hissetti Köylü, hayal meyal. Yarım
yamalak hareketlerle doğruldu ve bir iki kere tökezleyerek koruya doğru koşmaya
başladı. O sırada arkasından bir bağırış duydu, ‘Özgür bir köylüyüm! Hiç kimsenin…’ ve ardından bir silah patlaması
kulaklarında çınladı. Adeta nefes almayı unutmuş bir şekilde kaçtı koruya.
İniltiler duymuştu, ya da belki de o uydurmuştu bu sesleri. Aklında
yarattıkları dâhil hiçbir ses duymayıncaya kadar koştu. Kaç tane bedenin
üzerinden atladığını hatırlamıyordu, ya da kaç tane insana çarparak düştüğünü.
Tek anımsadığı zamanının hızıyla koştuğuydu. Adrenalini tükendiğinde tökezledi,
yere kapaklandı ve olduğu yerde kıpırtısızca kaldı. Beyaz koridorların yerini
yangın kokusu alıncaya kadar ölü bir bedeni anımsatırcasına yattı dalların
üzerinde. Üzerinden birkaç tane insanın atladığını gördü. Çığlık atan bir
çocuğu ve birkaç silah sesi duydu. Sonra sırtının ağrısını hatırladı. Sonsuza
kadar o ağaçların arasında bu şekilde kalabilirdi; ama kendini zorladı ve
doğruldu. Sağındaki ağaca doğru süründü ve sırtını ağaca, yüzünü ışığa verdi.
Tükenmiş bir nefesle baktı Enstitü’ye. İçinde bir yerlerde bir çocuğun
öldürüldüğünü hissetti. Belki silah ensesinde patlamış olsa canının bu kadar
yanmayacağını düşündü. Zinliler benim
reşit yaşımı yanlış hesaplamışlar, diye söylendi buruk bir gülümsemeyle, ben şimdi reşit oldum, diye fısıldadı
dudaklarını ısırarak. Zor tuttu gözlerini, kendinden utandı. Karmakarışık
duygularla küle dönüşen hayallerini izlemeye daldı.