Aşağıdaki fotoğraflar Murat Germen’in Mutamorfoz adlı çalışmasından
alınmıştır. Bu bilimkurgu öyküsü, Germen’in fotoğraflarında açığa çıkardığı
dünyanın bir hayal ürünü çalışmasıdır.
kaybolan şehir
“Tutturmuşsunuz cennet
de cennet. Yok, altın kaplamalı köşkler, içinden bal akan nehirlermiş. İstemez.
Bana bu dünya cennet. Keşke ölümsüz olsam da hep ama hep keşfetsem bu evreni.
Bu da benim cennetim. Ama olmaz. Tanrı efendi, illa öldürecek bizi. Neden ölümsüz
olmak için önce ölmemiz gerekiyor ki?”, diye
yazdı defterine.
Yatağının üzerine bıraktığı sesi kısılmış telefonunun titreyişi çok
derinden geliyordu. Gözlüğünü uyuşuk hareketlerle çıkarttı ve masaya koydu.
Bulanık bir görüntüydü şimdi telefon onun için, aynı odasındaki sıkışmış ve
büzüşmüş her şey gibi. Kimin aradığını biliyordu, umursamadı. Yavaşça gözlerini
gezdirdi etrafına. Masası pencerenin dibindeydi, bütün mahalle de gözlerinin
önünde. Karşısındaki sanki birbirine yapışmasa dağılacakmış izlenimi veren
binaları seyretti bir süre. Bir bilim insanına yakışır şekilde önce kendine
göre bir referans sistemi tanımladı ve soldan üçüncü diye mırıldandı. Yarına yok olur.
*
Ön yolcu koltuğunda
oturduğu sivil polis arabası ve arkasındaki ekip otolarıyla gürültülü bir şekilde
mahalleye girdiler. İki gökdelen sitesi arasına sıkışmış eski bir mahalleydi. Telaş
vardı, her zamanki gibi. Şoför koltuğundaki kadına baktı. İncecik kalmıştı;
bunun nedenini hepsinin ister istemez yaşadığı kaybolma sürecine değil, her
daim ruhuna hâkim olan melankoliye bağladı. Yine de güçten düşmüyordu kadın,
büyük bir sabırla dar yollarda ilerliyor ve hedefine ulaşmaya çalışıyordu. Tecrübeli ne de olsa, diye düşünürken
düşünceleri yarıda kesildi adamın. Arabanın içi kadının sesiyle dolmuştu. Ona
soru soruyordu.
“Sanal ofisine
gönderdiğim dosyayı inceledin mi, Erin?”
Önüne döndü ve kayıtsızca
cevap verdi.
“Şöyle bir baktım.”
O sırada araba aniden
durdu. Kadın, bu kadar cambazlığı bir
sokağın önünde tıkanalım diye mi yaptım, dercesine baktı yola. Direksiyona
vurdu ve hükmeden bir sesle konuştu.
“Beyler dışarı, bundan
sonrasında cangıl yapacağız. Mahalle bu noktadan itibaren arabalara geçiş
vermeyecek derecede büzüşmüş durumda.”
Bu alışılmadık bir durum
değildi. Genelde bir evin yok olması zaman içinde bütün sokağın yok olacağı
anlamına gelirdi. Dışarı çıktılar ve bina cangılının ortasına daldılar. İki
sokak sonra olay mahallindeydiler. Bir sürü insan sokağa dökülmüş; kimileri
ağlıyor, kimileri sinirli bir şekilde bağırıp duruyordu. Sokağa giren polisleri
fark ettiklerinde rahatsız edici bir sessizlik sardı ortalığı. Biraz önce
ağlayan bir kadını sakinleştirmeye çalışan genç bir adam yavaşça onlara
yaklaştı.
“Bütün bina bir anda.”
Der demez kadın koyuverdi
çığlığı.
“Oğlum, kocam, yittiler.”
Ardından yine telaş
başladı sokakta. Birkaç polis çoktan olay mahallini çevirmiş ve adli
çalışmalara başlamak üzereydi. Erin olay bölgesine ilerledi. Kayıplar Bürosu’nu
diğer tüm departmanlardan ayıran en önemli özelliği kendine has bir adli
araştırma ekibi olmasıydı. Eğer araştırdığınız bir cinayet vakası ise, evet,
parmak izi ve DNA kalıntıları bulmanız gerekirdi; fakat bir kayıp vakası
arkasında bunların hiçbirini bırakmazdı. Bu yüzden araştırma ekibi
kimyagerlerden değil, çoğunlukla fizikçilerden oluşurdu.
İki binanın arasında
incecik bir boşluk oluşmuştu ve her ne kadar göz fark etmese de binalar zaman
içinde birbirine yaklaşmaya devam ediyordu. Erin dar boşluğa göz gezdirdi ve
sağ eliyle binanın soğuk taşlarına dokundu. Canlıydı, bir insan kadar canlıydı
bina. Hareket ediyor ve eğer duymasını bilirseniz konuşuyordu. Çok fazla
zamanının kalmadığını söylüyordu ona. Bu dar boşluğun yerini kendi parçalanan
duvarları dolduracaktı belki de yarına. Amirin sesiyle duvarla iletişimi
ansızın kesildi.
“İhtiyacın olan bir
bilgi?”
Çatık kaşlarıyla o sırada
boşluğun uzunluğunu atom cetveliyle ölçen adli bilimciye baktı, Erin.
“Tam olarak kaç dakika
önce olduğunu bilmek istiyorum, Nevin, her zamanki gibi.”
“Şanslısın, bu sefer
delikanlılardan biri zamanı tutmuş. Bu kronometreye göre şu anda otuz iki
dakika elli üç saniye önce.”
Erin sanal defterine bu
sayıyı ve boşluğun güncel uzunluğunu kaydetti. O sırada ekipteki en genç eleman,
Nevin’e halkı bilinçlendirme çalışmalarının işe yaradığını söylüyordu. Erin
inatla kafasını salladı.
“Yıllardır düzenli
yapıyoruz bu çalışmaları; ama hala herkes binanın tamamen yok olduğu anı kayıt
altına almıyor. Onun yerine ağlamaya sızlamaya başlıyorlar. Elimde gözlemsel
veri olmadan büzüşme hakkında tahminlerde bulunamam, öyle değil mi? Sızlanmak
hiçbir işe yaramıyor, bana daha çok veri lazım.”
Nevin suratını astı.
“Kimse senin kadar soğukkanlı değil bu konularda, kusura bakma.”
“Her neyse, bu sokak
tehlike sınıfı içindeydi, değil mi?”
“Evet. Kaybolan bina
hakkında en son üç gün öncesinin tüm verileri var; kütle, hacim, boyut
oranları-“ Nevin durakladı, aceleyle elindeki dosyayı açmaya çalıştı. O sırada
büzüşme profili çıkartan elektronik makinenin ekranına bakan Erin konuşmaya
devam etti.
“Tahrip oranı, beton yumuşaklığı,
dalgaboyu cevabı, termal etkileşim değerleri, yer ve vakum hareketlilik
testleri. Güzel bir veri kaynağı.”
Genç eleman güldü. “Hocam,
şurada ağlayan kadın bunu duymasa iyi olur.” Erin’in suratındaki ifade zerre
değişmedi. Kayıtsızca cevap verdi. “Her afet bir deneydir, okumasını bilirsen.”
*
Erin olay yerinden erken
ayrıldı. Onun işi tüm ölçümlerin alındığından emin olmaktı, insanlarla konuşmak
değil. Hiçbir zaman ne iyi bir dinleyici ne de iyi bir konuşmacı olabilmişti. Ama bu şehir, dedi, bu şehri dinlemek için her şeyimi verirdim.
O, tüm yaşıtları ve
büyükleri gibi kaybolan bir şehre doğmuştu. Kimse bu düzenli afetin ne zaman
başladığını bilmiyordu ve aslında pek az kişi mekanizmasını araştırıyordu.
İnsanların tek istedikleri ise kaybolmamaktı. Kaybolmak sadece bir bina için
değil, şehirde yaşayan neredeyse her
canlı ve cansız mahlûk için en olası sondu. Hayat sizi yavaşça törpülerdi bu
şehirde. Acısız bir süreçti, bu yüzden varlığınızı yitirinceye kadar ne
olduğunu hissetmezdiniz bile. Yitmek ise, gitmek kadar hızlıydı. Kaşla göz
arasında bu mistik şehrin oynak damarlarında dolaşırken kaybolabilirdiniz
yaşamdan. Bu yüzden halk ölmekten çok kaybolmayı dert ederdi. Çünkü kaybolmak
ölümden daha tez gelirdi.
Hal böyle olunca
kaybolmak ya da halkın dilinde yitmek, üzerine ağıtlar yakılan, yazılar
yazılan, türküler bestelenen ve elbette araştırılan bir konu olarak şehirlinin
yaşamının ortasına yerleşmişti. Erin gibi bilim insanları için bu bilmeceyi
çözmek adeta günün vazgeçilemeyecek uğraşı olmuştu. O ve onun gibi onlarca
meslektaşı devlete ait bir kurumda senelerdir kaybolmanın mekanizması üzerine
çalışıyorlardı. Erin’in de dâhil olduğu bazı üst düzey araştırmacılar ise aynı
zamanda Kayıplar Bürosu’na danışmanlık yapmakla görevliydiler.
Erin sessizce yürümeye
devam etti. Tehlike sınırları içinde olan bir bölgedeydi, arabalara geçiş izni
yoktu. Bazı sokaklar tamamen boşaltılmıştı, bu yüzden ortam alabildiğine
ıssızdı. Teker teker her şeyi doygunluğa ulaşıncaya kadar düşünmeyi seviyordu.
Bu aynı bir vidayı sıkmaya benziyordu. Bir kere üzerinden geçmek yeterli
değildi. İkinci, üçüncü, dördüncü ve belki beşinci seferinde vida yerine
gerçekten otururdu. Devlet, dedi, tehlike sınırına giren herhangi bir sokağı
ya da binayı derhal boşaltabilmeli. Ama
şehir o kadar dolu ki insanları evlerinden çıkartmak onları evsiz bırakmakla
eşdeğer. Belki de sorun bu, diye düşündü ardından. Sorun bu kadar kalabalık olmamız. Kafasını salladı, insanları zorla
göç ettirmek işe yaramıyordu. Şehir tüm tehlikesine rağmen hala göç alıyordu. Gelen her kişi arkasında bir kayıp bırakıyor,
diye düşündü. Her gün ortalama on olay oluyordu. Ya bir bina toptan kayboluyor,
ya da insanlar yitiyordu. Elli sene öncesinin istatistikleri kayıp vakalarının
her sene düzenli arttığını gösteriyordu. Kayıpların göçle doğrudan ilişkisi
seneler önce kanıtlanmıştı, fakat devlet her zaman olduğu gibi geç önlem
almıştı. Nitekim önlemler hala doğru dürüst işlemiyordu.
Ama Erin göçten daha
önemli bir etmen olduğunun farkındaydı. Denklemleri eksik bir kuvvetten
bahsediyordu. Bu etrafında dolaştığı ama bir türlü parmağını üzerine koyamadığı
kuvvet olmadan teorisi eksikti ve eksik bir teoriyle ne bir mekanizma
açıklanabilirdi ne de tahmin yapılabilirdi. Çöp,
dedi, mutlak çöp.
Bir de eşik değeri
problemi vardı. Veriler inatla belirli bir büzüşme değerinden sonra toptan ve
anında kaybolmayı işaret ediyordu. Halbuki Erin, bunun bir başbakanın hırsız
olması ihtimali kadar saçma olduğunu biliyordu. Yine de hayat bazen oldukça
tahmin edilemez oluyordu ve bir teorikçi de olsa deney verilerinin eksik
teorisinden daha değerli olduğunu biliyordu. İçgüdüleri kaybolmanın arkasında
hiçbir şey olmadığını söylüyordu. Toz
bulutu, uzaydan bir parça olmak, diye tekrarlıyordu. Ölmenin farklı bir boyutu, kaybolmak; asla daha farklı değil,
diyordu. Kaybolmak son yıllarda hortlayan bazı din öğretilerince bir ceza
olarak yorumlanıyordu. Ölümden daha erken
gelen bir ölüm, bazılarınca daha farklı yorumlanamazdı zaten, diye
mırıldandı. Keşke ölümden sonra yaşam
olsa, dedi ardından kederli bir şekilde,
keşke olsa, o kadar çok inanmak isterdim ki.
Ansızın oldukça dar bir
sokağın köşesinde duruverdi. Sağındaki binaya yaslandı, kulağını duvara dayadı.
Soğuktu, ıssızdı, yalnızdı. Hepsinin hikayeleri vardı, yok oluş hikayeleri.
Gözleri her taraftan yükselen gökdelenleri izlerken, o minik ve kaybolmaya yüz
tutmuş evleri dinlemeye koyuldu.
*
“Burada yemek zorunda
değildik.” Erin, sandalyesinden kaykılıp göz ucuyla yüzlerce kat aşağı baktı.
Nevin büyük bir zevkle lokmalarını ağzına götürüyordu.
“Bir akşam yemeğini iyi
bir yerde ısmarlayacağıma söz vermiştim.”
“İyi bir yer illa ki
gökyüzünün tepesi olmak zorunda değil.”
Nevin çatalını salatalığa
batırırken gülümsedi. “Yedi gün yirmi dört saat büzüşmüş binaların arasındayız.
Belki tepelerde büzüşme azalıyordur hem, o zaman daha geç kaybolacağız
demektir.” Erin ansızın irkildi. Çatalını tabağa adeta fırlatırcasına bıraktı
ve ayağa kalkarak geniş pencerelerin önünde gezmeye başladı. Dikkatle
etrafındaki geniş boşlukla süzülen gökdelenleri inceliyordu. Nevin
umursamazcasına kafasını salladı, garip
adam diye söylendi ve domatesi ağzına attı.
Neden belirli bir yükseklikten sonra büzüşmüş değiller, diye
söylendi hızlı hızlı. Dikkatle, görebildiği bütün gökdelenleri gözlemledi.
Belirli bir yüksekliğe kadar incecik gövdelerinden başka hiçbir şeyleri yoktu
dayanabilecekleri. Statik fiziğin
zorlandığı anlar, diye dalga geçti. Gerçekten Nevin’in o an kafasından
uydurduğu gibi büzüşme katsayısı yerden yüksekliğe bağlı olarak değişiyor
olabilir miydi? Bildiği kadarıyla kimse bunun üzerine bir çalışma yapmamıştı.
Canı sıkıldı, neden daha önce aklına gelmemişti ki? Ekşi bir suratla bir
tanesine bakakaldı. Nevin haklıydı, işi de evi de büzüşen mahallelerdeydi. Bu
kadar meşgul ve hızlı bir yaşamda kimse kafasını yukarı kaldırmayı düşünmezdi
bile. Oysaki cevap yukarıdaydı belki de.
Erin yavaş ve düşünceli
adımlarla masaya döndü. Nevin gülerek konuşuyordu.
“Ne buldun yine?”
“Hiçbir şey.”
Yemeğe devam ettiler.
Erin aklından sürekli denklemleri geçiriyordu. En azından bir ipucu yakaladım sanırım, diye düşünüyordu. Araştırmaya değerdi. Nevin ise biraz önceki
neşeli halini ansızın kaybetmişti. Erin onun melankolik yüzüne uzun uzun baktı.
Kadının gözleri, kafasında bir an bile sakinleşmeyen denklem yığınlarını
durdurabilecek tek şeydi.
“Neyin var?”
Kafasını iki yana salladı
Nevin, hiçbir şey dercesine. Birkaç
saniye sonra çatalını yavaşça masaya bıraktı ve arkasına yaslandı. Bir süre
sadece birbirlerine baksalar da, Erin kadının bakışlarının kendisini delip
geçtiğini çok iyi biliyordu. Nevin, duygusuz bir şekilde konuştu.
“Sadece bazen tüm bu
insanları hiç bulamayacakmışız gibi hissediyorum.”
Erin gözlerini devirdi.
Bu konuşma her açıldığında Erin hiçbir merhamet duymadan o insanların artık
yaşamadığını suratına bağırmak istiyordu kadının. Ama onun ıssız gözleri
sakinleştiriyordu adamı hemen. Sanki ona gerçekleri söylese kadın elinden kayıp
gidecekmiş gibi endişeleniyordu. Hepsi
uzaydaki bir toz parçasından ibaret, demek yerine “Umutsuzluğa kapılma”,
dedi. Nevin buruk bir şekilde gülümsedi.
“Evet, hala
kaybetmediğimiz tek şey umut, değil mi?”
*
Nevin, arabasıyla Erin’i
evine bıraktığında vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Şimdi karanlık ve
suskun sokaklardan geçerek evine gidiyordu. Umut,
diyordu, umut her ev ve aile yiterken adeta
can havliyle dışarı fırlıyor kaybolmamak için. Bu şehrin beton duvarlarında
sürünüyor, rüzgârıyla savruluyor, yağmuruyla asfaltına düşüyor. Onları
bulabilmek için-
Ansızın durakladı,
gözleri doldu. Kocamı bulabilmek için,
diye mırıldandı, umudumu ve kendimi
kaybetmemekten başka yapabilecek hiçbir şeyim yok.
Eskilerden ama çok
eskilerden bir şarkı dolandı ağzına. Arabasının camlarına vuran sert yağmur
damlalarına kendi gözlerinden akanları ekledi ve söylendi dakikalarca. Dolaştım gün batarken eski mahallelerde,
yalnız ve yorgun taş yapılar arasında. Vakur ve boştular, sahipleri yoktu, seni
aradım, sen de yoktun.
Bazen hayatını adadığı bu
olaya bu kadar duygusal bakmasının yarar değil, zarar getirdiğini düşünüyordu.
Kendinden bir parçası kaybolan herkesin ağlamaya ve sızlamaya hakkı vardı;
fakat devletin bir memuru olarak kendisinin böyle bir lüksü olmamalıydı.
Gözünden kaçabilecek herhangi bir detay onları çözümden senelerce uzağa
atabilirdi. Bunu biliyordu ve bazen sadece bu yüzden Erin’e hayranlık duyuyordu.
Adam her geçen gün çöküyor, gözleri önünde kayboluyordu; fakat yine de
soğukkanlılığından bir nebze ödün vermiyordu. Sonra mırıldandı, insanın yalnızken yaptıklarını kendisinden
başka kim bilebilir ki? Erin’in de içten içe bu işe kederlendiğinden
emindi; ama o kendisinden daha sağlam bir profesyoneldi.
Şu ana dek kaybolan tek
bir kişi bile bulunamamıştı. Ayrıca çoğu kişi kayıpların bir yerden başka bir
yere gitmiş olması düşüncesini komik buluyordu. Her ne kadar gerçekte bu durum
halktaki umudu törpülese de kimse arama çalışmalarının bitmesini istemiyordu.
Çalışmaların hiçbir sonuç vermemesi farklı piyasaları doğurmuştu. Tek başına
çalışan detektifler türemişti yıllar önce. Orta ve üst orta gelirli bazı
insanlar bu detektifleri kiralıyor ve bütün dünyayı dolaşmaları için onları
finanse ediyordu. Diğerleri, çözümü hacı hocaların tavsiyelerinde buluyordu.
Düşük gelirliler ise yakınlarının cennete gittiğini varsaymakla avunuyorlardı.
Gömülecek bir bedenin bile olmaması tüm cenaze anlayışını değiştirmişti. Zaten
zor var olan boş yerleri de kaybolan insanların olmayan vücutlarının
mezarlarıyla doldurmak bir noktadan sonra işleri çığırından çıkartmıştı. Devlet
de e-mezar denilen bir sistem başlatmıştı.
Nevin’in kocası tam dört
yıl önce ansızın kaybolmuştu. Issız bir adamdı, aynı Erin gibi. Silikti ve
gösterişten nefret ederdi. Masa başı çalışan bir sanal dükkân tasarımcısıydı.
Yaptığı iş, yüksek gelirli insanları müşterisi yapan türdendi. Bu nedenle bir
şirketin elemanı olarak çalışmak büyük ve şaşalı gökdelenlerin birinde çalışmak
anlamına geliyordu. Kenar mahallelerden birinde doğmuş ve büyümüş bu adam için
gökdelene taşınmak bir hakaret gibiydi. Bu yüzden kendi küçük ve zamanla
büzüşen dükkânını açmıştı. Nevin kocasının mizah dolu sesini duydu
kulaklarında, “Sanal dünya büzüşmüyor
Neviş, oraya mı taşınsak ha?”
Nevin kocasına bir sanal
mezar almayı şiddetle reddetmişti, kaybolduğunda. Kısa süreli bir depresyona
girmiş ve ücretli izne çıkmıştı. Daha kendi acısının üzerini örtemeden Emniyet
tarafından geri çağrılmıştı. Her gün çok fazla vaka yaşanıyordu ve Nevin
Emniyet’in yetiştirdiği en üst düzey elemanlardan biriydi. Kısacası ona üzülmeye zaman yok, bu insanları bulman
gerek, demişlerdi. O da rolünü istemeye istemeye kabul etmişti. İçinden bir
ses izole olmanın kaybolma sürecini arttırdığını söylüyordu ve kocasını
bulmadan bir yere gitmek gibi bir düşünceye hiç tahammülü yoktu.
Öte yandan kayıpları
bulmaya çalışmak kolay bir iş değildi. Öncelikle giderek büyüyen kayıplar
veritabanına herkesin ulaşmasını sağlamak gerekiyordu. Bazı insanlar kaybolma
sürecinde hafızanın yitebileceğini savunuyordu. Bu nedenle kayıplar
kaybolduklarını bilemeyebilirlerdi ve bu veritabanı fikrini güçlendiriyordu.
Kayıplar her yerde bilinçsiz bir şekilde yaşıyor olabilirlerdi. Zaman zaman bu
tarz ihbarlara da rastlanırdı. Anlık heyecan doğuran bu haberler, sadece benzermiş, sözleriyle
karamsarlığa karışırdı. Kimileri ise kaybolmanın istemsiz bir ışınlanma
olduğuna inanırdı ve evrenin herhangi bir yerine gitmiş olabileceklerini
söylerdi. Özellikle bu düşünceye bilim insanları çok gülerdi ve bu zavallı
insanları acımasızca eleştirirlerdi. Hâlbuki umut fakirin ekmeğiydi ve
kaybolmak aynı ölüm gibi anlaşılmak istenirdi.
Nevin bir süre önce
yapabileceği en iyi şeyin, Erin’in verilerini eksiksiz toplamasına yardımcı
olmak olduğunu fark etmişti. Bu yüzden kaybolmaya dair her türlü bilginin
kaydını almaları için halkı bilinçlendiren gruba da liderlik ediyordu. Bu
konuda iyi bir iş çıkartıyorlardı, özellikle son bir yılda kayıt sayısında
büyük bir artış gerçekleşmişti ve bilim adamları bu durumdan oldukça
memnundular. Bilim tarafında ortaya ilk defa sağlam teoriler atılmaya
başlanmıştı ve bu hareketlilik halkın da dikkatini çekiyordu. Kimi insanlar
yaşanan afetlerin halkla bilim insanlarını yakınlaştırdığını iddia ediyor ve
bunun kültürel değerlerinde muazzam değişikliklere yol açacağını
savunuyorlardı. Nevin ise bunların hiçbirini umursamıyor ve tek umudu olan
Erin’e sıkı sıkıya sarılıyordu.
Arabasını park etti ve
dışarı çıktı. Onun da büzüşen bir mahallesi vardı, ama henüz tehlike sınırları
içinde değildi. Apartmanına doğru ilerlerken, er geç seni bulacağım kaybolan şehir, diye mırıldandı.
***
“Tanık olduğumuz şey,
şehrin evrimi, değerli meslektaşlarım.”
Erin büyük bir nefes aldı
ve karşısındaki bilim topluluğuna baktı. Büyük bir kısmı önlerindeki seminer
kitapçığına gömülmüştü. Diğerleri de koltuklarına yaslanmış ve bir teoriyi daha
nasıl çürüteceklerini düşünüyorlardı.
“Önünüzde duran
kitapçığın arka kısmında deneysel fizikçi Saygın Yener ile yürüttüğümüz
deneylerin bu hafta içinde basılmış makaleleri var. Deneyler gösteriyor ki,
şehirde olduğunu varsaydığımız homojen büzüşme söz konusu bile değil.”
Salon ansızın sessizliğe
gömüldü. Bütün seminer boyunca kıpırdamadan duramayanlar bile bir süreliğine
hareketsiz kaldı. Seminer salonunun köşelerine sinmiş gazeteci topluluklarında
fısıltılar başlamıştı. Salonun en arkasında kollarını vücudunda kavuşturmuş
şekilde ayakta duran Nevin’in yüzündeki ciddiyet çok net okunuyordu.
“O makalelerde de
göreceğiniz gibi, şehirdeki her şey aynı oranda büzüşmüyor. Bazı noktalar
diğerlerine oranla daha çabuk kayboluyor. Yaptığımız deneyler üzerine onlarca
senenin istatistiklerine döndüğümüzde bazı noktaların kayda değer bir büzüşme
yaşamadığını gözlemliyoruz. Daha ilgi çekici olanı, bu noktaların zamanla
civarlarında kaybolan nesnelerin yerini dolduruyor olması. Dikkate değer bir
daralma yaşamamalarının asıl nedeni bu. Ve yine bu değişken büzüşme hızından
dolayı şehirdeki kaybolma tahminlerimiz başarılı olamıyordu.”
Erin soluklanmak için
durakladı. O sırada bir iki flaşın patladığını hissetti. Ardından sözlerine
devam etti. “Teorim hesaba katmadığımız bu kuvvetin şehrin evrimleşmesi,
başkalaşması olduğunu söylüyor. Yani zamanla bazı nesneler kaybolan nesnelerin
yerini alıyor. Kaybolma doğanın bir tür korunma mekanizması gibi işliyor. Doyma
noktasına ulaşan şehir, eskinin yerine yeniyi koyuyor.”
Ön sıralardan cırtlak bir
ses duyuldu. “Bu deneylerin çoğu gökdelenler üzerine.” Erin gülümsedi.
“Evet, hayatımızda hiç
kaybolan gökdelen vakasına rastladık mı? Hayır, ama bu durumu da hiç
sorgulamadık. Deneyler şaşırtıcı bir biçimde gökdelenler arasına sıkışmış eski
mahallelerin diğerlerine oranla daha erken kaybolduğuna işaret ediyor ve
gökdelenlerin neredeyse iki mertebe daha düşük hızlardaki büzüşmesi bu durumun
hem nedeni hem de sonucu. Bir benzetme yapmak gerekirse-”
Erin durakladı, Nevin’e
baktı ve devam etti. “Gökdelen siteleri zaman içinde eski mahalleleri yiyor.”
Seminerin sponsorlarının
ve bazı devlet görevlilerinin olduğu kısımda rahatsız kıpırdanmalar oldu. Özellikle
gazetecilerin köşesinde büyük bir gürültü kopmuştu. Seminerin asıl
dinleyicileri gruplara bölünmüş, birbirilerine deney sonuçlarını gösteriyor ve
düşüncelere dalıyorlardı. Erin bir süre suskun bir şekilde onu unutmuş
kalabalığı izledi. Sonra merakla Nevin’e çevirdi gözlerini tekrar; ama Nevin
gitmişti. Kaşları çatıldı, o sırada iş adamlarının oturduğu sıralardan birinde
biri ayağa kalktı ve konuşmaya başladı.
Erin taş kadar sert bir özgüvenle adamın konuşmasını kesti.
“Elbette deneylerimiz meslektaşlarım tarafından tekrarlanacak. Yine de bu sonuçlar birkaç gün değil, bir seneden daha fazla süren bir çalışmanın ürünü. Senelerce büyük emeklerle topladığımız bu verilerin üzerini bu kadar çabuk çizemezsiniz.”
“Teoriniz şehrin yeni yüzünü suçluyor ama hocam.” Bazı iş adamları da hızlı hızlı kafalarını salladılar, bu sözü onaylarcasına.
“Teorim değer yargılarından değil, gerçeklerden oluşuyor. Sizin canınızı sıkıyor diye gözlemlerimizi çöpe atamayız. ”
“Haklısınız, o vakit devlete ait bir bilgiyi başınıza buyruk bir şekilde kamuoyuna açıklama hakkını nereden bulduğunuzu sorayım bari.”
Adamın lafı bir anda seminer salonunda soğuk yeller estirdi, adeta salonun ortasına taş gibi düşüverdi. Erin cevap vermedi, iş adamını süzmekle yetindi. Adam çok geçmeden eliyle ‘buyur’ işareti yaptı ve salondan çıkmaya yeltendi. Biraz önce yanında oturan politikacının da hemen arkasından hareketlendiği gözlerden kaçmadı.
*
Seminer sonrasında
verilen kokteyllide Erin konuşmasına küçük grupların içinde devam etti. Çoğu
bilim insanı bu cesur teoriye olumlu yaklaşmıştı. Bazıları ise her zamanki
şüpheci tavırlarını koruyor ve bilim muhabirlerine karşı tezlerini büyük bir
şevkle anlatıyorlardı.
“Şimdi hocam, şehir
doygunluğa ulaştı derken demek istediğiniz termodinamik denge gibi bir kavram
mı?”
Erin sürekli kendisine
soru soran bu genç kadına gülümsedi. “Evet Yaprak, bir çeşit denge noktasında
salınıyor şehir. Aslında bu yeni bir kavram değil. Sadi hocanın ‘Şehrin Termodinamiği’ adlı kitabında
şehrin aldığı göç ve kaybettiği maddelerin nasıl bir mekanik denge
oluşturduğundan bahsediliyor zaten. Fakat bu teorinin tahminleri deneysel
verilerimizle uyuşmuyordu.”
Diğer taraftan daha
yaşlıca bir bilim adamı yavaşça konuşmaya başladı.
“Peki Erincim, gayet
yerinde bir varsayım şehirdeki evrimleşmenin denklemlere girmesi ve
makaleleriniz bu teorinin deneyleri açıklayabildiğini de gösteriyor; fakat şöyle
de bir belirsizlik yok mu? Durup dururken kaybolan insanlar. Binalardan
bahsetmiyorum ve bir fizik teorisi tüm madde için uygulanabilirdir. Fakat
takdir edersin ki bu noktada denklemlerin ve teorinin yorumu çok önemli. Bu
yorumu insanlara nasıl uygulamayı düşündüğünü merak etmiyor değilim, eski
danışmanın olarak.”
Adam şen bir kahkaha
patlattı. Bir yandan da eski öğrencisinin omzunu sıvazlıyordu. Erin, mütevazi
gülümseyişini hiç değiştirmeden bir süre etrafındaki gülen insanlara sessizce
baktı. Çalışmanın ve emeğin ne demek olduğunu çok iyi bilen bu insanların gözlerindeki
parıltıya baktı. Hepsi bir gün kaybolacaktı, ya ofislerinde ya da
laboratuvarlarında, kocaman gözlükleri ve beyaz gömlekleriyle yüzlerini bile
görmedikleri insanlar için çalışırken kaybolacaklardı, hem de hiç kimse onları
buna zorlamamışken, aynı eski bir bilgenin dediği gibi yaşamanın en gerçek şey
olduğunu bildikleri halde. Bedenleri kaybolacaktı, ama gözlerindeki parıltı
asla.
Erin fısıltıyla cevap
verdi soruya, “Silik insanların daha erken kaybolduğunu düşünüyorum, hocam,
aynı ıssız binalar gibi.”
*
Erin, o gece Nevin’i seminer
salonunda bir daha göremedi. Kongre merkezinden ayrıldığında hava çoktan
kararmıştı ve ışıklar göz kırpıyordu. Evine eski mahallelerin içinden geçerek
gitmeye karar verdi. Çözmesi gereken son bir problem daha kalmıştı. Düşünmeye
ihtiyacı vardı ve bunu en iyi yapabildiği yer laboratuvarıydı.
Yavaş adımlarla
sayamadığı kadar sokak geçti. Yorgun binaların ağır ağır nefes alışlarını
dinledi. Onlara uzun bir süredir hep sorduğu soruyu tekrar sordu, neden bir eşik değeri var? Karşılık
yoktu. Belli ki onlar da bilmiyordu neden belirli bir uzunluğa kadar sürekli
olarak büzüştüklerini ve o uzunlukta aniden kaybolduklarını. Erin uyuşuk
adımlarla yürüdü; bu problem çok bulanıktı. Yapılan binlerce deneyde bahsedilen
mistik uzunluk değeri virgülden sonra dokuzuncu basamağa kadar aynı
gözlenmişti. Daha da garip bir problem kaybolma anında vakum etkileşim
değerlerindeki anlık sıçramaydı. Bir fizikçi olarak beklediği sıçrama vakum
değil yer tabakalarıyla olan etkileşimde olmalıydı; ama deneyler yerin verdiği
tepkiden en az on kat daha fazlasının vakum etkileşim değerlerinde açığa
çıktığını kanıtlıyordu. Bilim adamı sezgisi, bu birbirinden oldukça ayrık
gözüken olayların henüz anlayamadığı bir şekilde birbirine bağlı olduğunu
söylüyordu. Sokağın ortasından değil, düşüncelerinin içinden yürürcesine
kopmuşken dünyadan, arkasından gelen korna sesiyle zıpladı. Aceleyle kaldırıma
çıktı. Araba oldukça tanıdıktı. Karanlık sokak Nevin’in sesiyle aydınlandı.
“Atlasana.”
Şaşırmış bir şekilde ön
yolcu koltuğuna oturdu. Bir süre konuşmadan ilerlediler. Sonra Nevin aniden
frene bastı ve elini direksiyona vurdu. Gözlerini kadının ellerine sabitlemiş
Erin, her sinirlendiğinde yaptığı gibi,
diye içinden geçirdi. Dişlerini dudaklarına batırmıştı ve gözlerini Erin’den
kaçırmaya çalışıyordu. Sonra dayanamadı.
“Bütün her şeyi
mahvettin!” Erin cevap vermedi.
“Danışmanlıkla ilişkini
kesecekler. Sadece o olsa yine iyi! Her bahse girerim, devlet bu işin
arkasından çekilecek. Seni uyarmıştım, Erin. Beni ciddiye almadın, sana bunları
açıklamaman gerektiğini söylemiştim.” Kafasını sinirlice salladı ve sonra kısık
bir sesle, “hem de basının önünde” diye söylendi. Erin kayıtsız bir şekilde
konuştu.
“Ne yapsaydım, teorimi
kendime mi saklasaydım? Öyle bilim olmaz.” Kısa bir sessizliğin ardından hemen
ekledi, “ki bu teori doğru tahminler yapmamızı sağlayacak. Afetler
gerçekleşmeden bölgeleri boşaltabileceğiz. Daha hızlı ilerleyebileceğiz,
Nevin.”
Kadın alaycı bir ifadeyle
Erin’e baktı. “Bitti, Erin. Araştırmalar bitti, ortalık karıştı, seminerin
sonunu beklemeden iki finansör sponsorluktan çekildi. Sen hala kafanın içinde
yaşa.”
Erin bakışlarını kaçırdı
ve arabadan dışarıya dikti gözlerini. Canı sıkılmıştı. Nevin artık kendine
hakim olamıyordu.
“Verdiğimiz bunca çaba,
emek, hepsi boşa gitti. Emniyet müdürü de oradaydı, yirmi dakika önce beni
aradı, bu noktadan sonra ne olacağı belirsizmiş.” Tekrar eliyle direksiyona
vurdu. “Bütün ekibimi dağıtacaklar, piç kuruları.”
Erin sesinin yükseldiğini
bile fark etmemişti, söze atlarken. “Bunu yapamazlar, birimleri kapatamazlar,
bu dikkat çeker. Halk karşı çıkar.”
Nevin sinik bir şekilde
gülüverdi. “Bu noktadan sonra kayıplar işlerine gelecek. Anlamıyor musun, artık
karşımızda somut bir suçlu var. Kaybolmak sadece bir doğa olayı değil, şapşal
herif!”
“Kimse suçlu değil, gökdelenlerin
dinamiği bir neden olduğu kadar bir sonuç da. Mutlaka bir orta yol bulunabilir.
Hem önlemler-”
“Siktir et, Erin! Kıyıda
köşede kaybolmakta olan adam için gökdelenlerinden ineceklerine mi inanıyorsun?
Her şey güçlerine dokunana kadar ve sen bugün herkesin karşısında bunu yaptın!”
“İnatlaşmaları fayda
etmez, gerçeği değiştiremezler.”
Nevin artık neredeyse
bağırıyordu. “Ben sana gerçeği söyleyeyim, her saat başı kaybolan bu insanlar
asla bulunamayacaklar. Artık hiçbirini bulamayacağız. Kocamı bulamayacağım!”
O anda sınırların
olmadığını Erin de biliyordu. “Zaten hiçbir zaman bulamayacaktın. Onlar artık yoklar,
Nevin, uzayda bir toz bulutundan başka bir şey değiller!”
Kelimeler adeta havada
asılı kaldı, oluşan sessizliğin tam ortasında parıldamaya başladı. Nevin bir
süre kıpırdamadı, sonra beklenmedik bir şekilde Erin’e vurmaya başladı. Bir
yandan bağırıyordu, “yalancı! Yalan söylüyorsun! Sen inanmıyorsun diye onlar
ölmüş değiller! Onlar yaşıyorlar, o yaşıyor, kocam yaşıyor!”
Erin, Nevin’in bileklerini
kavradı. “Benim bildiğim hiçbir denklemde yaşamıyorlar, Nevin.”
Nevin hınçla kendini geri
çekti ve küfretti. “Siktir git arabamdan! Toz bulutunu da götüne sok.”
Erin sinirden titreyen
elleriyle arabanın kolunu kavradı ve açtı. İnerken Nevin arabayı çalıştırdı ve
öfkeyle gaza bastı. Erin dengesini kaybedip yere yuvarlandığında Nevin’in asla
unutmayacağı sözleri kulaklarında çınlıyordu, duygusuz piç kurusu.
*
Günlerdir aralıksız
çalıştığı masasından kafasını kaldırdı. Perdesiz penceresinden dışarıya baktı.
O zaman sağdan dördüncünün kaybolmuş olduğunu fark etti. Gözleri binanın olması
gereken yerdeki boşluğa daldı. Hiçbir çığlık duymamıştı, ne bir yakarış, ne bir
bağırış. Hangisi ne zaman kayboldu ya da kaybolacak onu da bilmiyordu.
Danışmanlık görevine son verileli iki haftayı geçiyordu. Çalıştığı devlet
kurumunda meslektaşları ona sahip çıkmışlardı da yönetime bir süreliğine
ücretli izni kabul ettirmişlerdi. Erin ofise dönmesine asla izin
verilmeyeceğini biliyordu. Nitekim dönmek istediğinden de emin değildi.
Şehir, yaklaşık bir aydır
hiç olmadığı kadar büyük kargaşalara sahne olmuştu. İnsanlar sokaklara
dökülmüş, bazı gökdelenlerin alt katları yağmalanmış ve harap edilmişti.
Elbette bunlar olurken devlet de “gökdelenlerini” korumuş ve protestocuları
geri püskürtmek için elinden geleni yapmıştı. Ancak en büyük protesto, bir grup
insanın bir gökdelenin tepesinden aşağı atlayarak toplu şekilde intihar
etmesiyle başlamıştı.
Erin tüm bunları
dairesindeki ufak plazmadan izlemişti. Ofisten ayrıldığı günden beri bir kez
bile dışarı çıkmamıştı. Dışarıda olanlardan endişelendiği için değil, son
problemi çözmesi gerektiği için. Teorinin ikinci kısmı hala tamamlanamamıştı.
Dikkatini bütünüyle
dağıtacak posta sanal ofisine düştüğü vakit, benzer şekilde olayları takip
ediyordu. Televizyonda bir grup protestocu konuşuyordu, “Bu bir mutasyon. Bizi,
ufak insanları ve evlerini kendi yaşamı adına yok eden bir güce evrim değil, dense
dense mutamorfoz denir. O bilim adamı
tüm bunları açıkladığında yapılması gereken çok net ve basitti. Gökdelenleri
yıkacaklardı. Ama onlar saraylarını vatandaşlarına tercih ettiler! Göz göre
göre kaybolmamızı izlediler. Bu yüzden onlar yıkılacak!” Kameranın yakınına bir
gaz bombası düştü ve ekran bir anda bembeyaz oldu. Günlerdir hiç posta almayan
Erin, sanal mektubu açtığında önce yutkunmakta zorlandı, sonra tekrar
soğukkanlı haline döndü ve telefonuna sarıldı.
*
İlk postayı aldığından
beri Nevin’e ulaşmaya çalışıyordu, fakat her seferinde telesekreterine denk
geliyordu. Bir kez daha aradı ve bu sefer telesekretere mesaj bıraktı. “Şey,
nasılsın son konuştuğumuzdan beri? Özür dilerim... Aslında sanırım başım belada.
Birkaç gündür tehdit mesajları alıyorum. Umarım geri dönersin.”
Telefonu kapattığında
istemeden ellerine odaklanmıştı. Oldukça incelmişlerdi. Geçen banyodan
çıktığında bedenindeki kayıpları fark ederek ürpermişti; fakat umursamamaya
çalışmıştı. Yine de bir insanın her geçen gün giderek kayboluşunu izlemesi
oldukça can sıkıcıydı. Bedenindeki diğer yitik kısımlara bakarken telefonu
çalmaya başladı. Büyük bir heyecanla açtı. “Nevin?”
Karşı taraftan gelen ses
tanıdık bir erkek sesiydi. “Ben Saygın, Erin. Nasılsın?”
Şaşırmıştı. “Teşekkürler,
iyiyim, Saygın. Uzun zaman olmuştu. Neler yapıyorsun?”
Karşıdan geç bir cevap
geldi. Aceleci konuşuyordu. “İdare ediyorum. Çalışmalarımı engelliyorlar, ama
yapacak bir şey yok. Farklı bir deney grubuna liderlik etmeye başladım.”
“Anlıyorum.” Bir
sessizlik girdi araya. Sonra tekrar konuşmaya başladı, Saygın. Erin
meslektaşının konuşmasında ciddi bir rahatsızlık seziyordu.
“Burada bazı dedikodular
var, Erin. O yüzden aradım.” Erin cevap vermedi ve adam devam etti. “Biliyorsun,
ortalık çok fena karıştı ve devlet kontrolü eline alamıyor. Duyduğuma göre,
senden halka çözüm önerisi çağrısı yapmanı isteyeceklermiş.”
Erin’in kafası her
karıştığında olduğu gibi kaşları çatılmıştı. “Nasıl bir çözümmüş bu?”
“Bak bu bilgi net değil,
yine de haberin olmalı. Gökdelenlerde yaşamın daha güvenli olduğunu bilimsel
olarak kanıtladığını, bu nedenle de insanların mahallelerini bırakıp
gökdelenlere yerleşmeleri gerektiğini söylemeni-“ Erin kendinden de beklemediği
bir öfkeyle arkadaşının lafını kesti.
“Böyle bir şeyi asla
yapmayacağımı biliyorsun!”
“Senin olman gereken yer
burası, Erin. İstediklerini yap ve yanımıza geri dön. Lütfen, rica ediyorum.”
“Bilmiyorum, Saygın. Evim
beni terk etmeden ben onu terk edemem. Bu mahalleler bizim laboratuvarımız.”
“Bütün mahalleler
yıkıldıktan sonra evrim tamamlanmış olmayacak mı? Bu kayboluşun sonu bile
olabilir. Bu bir çözüm olabilir, Erin.”
“Çözüm, anılarımızı
kaybederek olacaksa hiç olmasın.”
“Gitmem gerek, sana
güveniyorum.” Ve telefon kapandı. Sadece birkaç saniye sonra Erin bilindik
kayıtsızlığına geri dönmüştü. İçinden bir ses tehditlerin bu işe bağlanacağını
söylüyordu. Büyük bir nefes aldı ve akşam kızıllığında teorisi üzerine
çalışmaya devam etti.
*
Nevin onu hiç aramadı. Bu
biraz kalbini kırmıştı, yine de kafası bu kadar meşgulken sabahın köründe
ansızın aklına takılan bu durum onu sadece beş dakika kadar rahatsız etti.
Saygın’la görüştüğünden beri aralıksız iki haftadır teorisindeki bir kördüğüme
odaklanmıştı. Bu süre zarfı içinde sokağına beş kez gaz bombası düşmüş, üç
apartman da kaybolmuştu. Bazen bağırış, çağırışlar duymuş, ama bunları çok
çabuk unutmuştu. Belki de Nevin haklı,
ben gerçekten duygusuz bir piç kurusuyum, diye söylendi aynada çıplak
vücuduna bakarken. Evine kapandığından beri kayboluşu hızlanmıştı ve aslında
onu mutsuz eden tek şey buydu. Kaybolacak olmayı içine sindiremiyordu, hele de
problemi çözmeden kaybolacak olmak büyük bir hüsran olurdu. Bu teori tamamlanmadan yok olamam, dedi
gözleri özellikle ellerine odaklanmışken. Yok
olmak, hiç olmak, her şeyin ama her şeyin ansızın bitmesi, bir daha olmayacak
olmak. Kafasını salladı ve kendini bu düşüncelerden kurtarmaya çalıştı.
Savaşamayacağı tek şey bu dibi belirsiz kuyu gibi kahkaha atan dayanılamaz
düşüncelerdi.
O gün bittiğinde kendisi
için her şeyin çok farklı olacağını bilse belki biraz heyecanlanırdı. Yine de
bu çok uzun sürmezdi. Masasına yerleşmiş, gökyüzünü izlerken cevabı adeta
bulutların şekillerinde gördü. Simetrik
frekans, dedi büyülenmiş gibi. İncecik kolları iki yanına düştü, yüzü
aydınlandı. Bu bütün gözlemleri açıklıyor,
diye çığlık attığı anda biri kapısına vurmaya başlamıştı. Hiç unutamayacağı bir
rüyadan uyanır gibi yerinden zıpladı ve kafasında uçuşan denklemlerle kapıya
gitti. Kendi kendine konuşuyordu, Witten
integrali altında bu işlemi yaparsam-, diye söylenirken kapıyı açtı ve
karşısında iki tane resmi giyimli insanla karşılaştı. Yüzü ekşimiş ve bütün
denklemler uçuvermişti.
“Erin bey, girebilir
miyiz? Biz devlet görevlileriyiz.”
Erin cevap vermedi,
sadece yollarından çekildi ve içeri geçti. Adamlar salona girdiklerinde, Erin
onların bakışlarından evinin nasıl da kaybolmanın eşiğine geldiğini fark etti.
Çoktan birçok eşyası yitmişti.
“Ne istiyordunuz?”
Adamların dikkatlerini
toplamaları uzun sürmedi. Hemen lafa girdiler. “Tekrar işinize dönmenizi, Erin
bey.” Erin ekşi bir suratla ve sorgulayıcı gözlerle süzdü onları. Cevap
vermedi.
“Bir şartla. Sizden bir
şey yapmanızı rica edeceğiz.”
Erin bunun arkasından ne
geleceğini iyi biliyordu.
“Halka sağduyu çağrısı
yapacaksınız.”
Gürültülü bir şekilde
gülüverdi. “Neyim ben, yönetici mi? Sizin yapmanız gerekmiyor mu o çağrıyı?”
“Geçtiğimiz haftalarda
halkla paylaştığınız gizli bilgiler
nedeniyle, bunu sizin yapmanızın daha etkili olacağı kanaatindeyiz.”
İri yarı olanının ‘gizli’
sözcüğünün üzerine vurgu yapması Erin’in dikkatinden kaçmamıştı. Dalga geçer
bir şekilde, “Ne diyecekmişim?” diye rol yaptı.
“Gökdelenlerin
mahallelerden daha güvenli olduğunu ve mahallelerin yıkılmasının doğru olduğunu
söyleyeceksiniz. Mahalleler yerine yapılacak yeni gökdelenlere yerleşecekler.”
Erin penceresinin önüne
doğru ilerledi ve sinirli bir kahkaha attı.
“Bir kere ben hiçbir yere
gitmiyorum. Kimsenin de evini bırakacağını sanmam.”
Rahatsız edici bir
sessizlik oluştu. Erin kendi sokağından oldukça net gözüken gökdelene öfkeyle
baktı.
“O zaman toparlanmaya
başlasınız iyi olur. Şehri terk etmeniz gerekiyor.”
Erin hızla adamlara
döndü. “Tehdit mektuplarını kimlerden aldığım da belli oldu”, deyiverdi kendini
tutamadan. Adamlar cevap vermedi. Erin tekrar masasına döndü ve bir süre
dışarıyı izledi. Birkaç dakika kendi kendine mırıldandı; bazen suratı ekşidi,
sonra aniden aydınlandı. Ardından bir anda kendini beklemekte olan adamlara
döndü.
“Hadi gidelim.”
*
Ekran görüntüsünü
şehirdeki bütün büyük plazmalara vermişlerdi. Her şey gereğinden fazla
planlıydı. Erin’in karşısındaki spiker çözümün ne olacağını soruyordu. O da
beklenen yanıtı veriyordu. Bu klip belki de saatlerce şehir ekranlarında
oynadı.
O anda Erin için önemli
olan adamlardan kurtulabilmek ve hesaplarına göre ihtiyacı olan son birkaç
saatte de laboratuvarını terk etmeye zorlanmamasıydı. Söylediği şeyler
hatırlanmayacaktı bile. Kafasındaki denklemleri yazmayı bitirmeye yakın
telefonu çaldı. Arayan Nevin’di.
“Hala o sözleri
söylediğine inanamıyorum. Dublör mü kullandılar?”
Erin buruk bir şekilde
gülümsedi ve her zamanki kayıtsızlığıyla cevap verdi. “Hayır, ben söyledim.”
Bir süre karşıdan cevap gelmedi. Sonra kısık bir sesle konuştu, Nevin.
“O kadar kaba davrandığım
için özür dilerim. Çok öfkelenmiştim.”
“Biliyorum.”
“Artık olaylar durulur mu
dersin?”
Erin kalemini bıraktı ve
dışarıya baktı. “O kadarını bilmiyorum, ama bak sana ne diyeceğim. Birkaç saate
buluşabilir miyiz? Sana söylemek istediğim çok önemli bir şey var.”
Nevin onayladı ve
görüşmeyi sonlandırdılar. Erin yüzündeki muzip sırıtmayla tartıya çıktı. Hala
birkaç saati vardı.
*
O akşam bütün mahalleler
arasında kendisi için en gözde olanına girdiğinde içinde hafif bir burukluk
hissetti. Her şeye rağmen onu bırakacak olmak acı veriyordu. Nevin’le
bulaşacağı sokağa kadar sağ kaldırımdan elleriyle binaların taş duvarlarına
dokunarak yürüdü. Hiç yukarıya bakmadı. Farklı renklerle bezenmiş ve her
ayrıntısını ezberlediği ara ara sıvaları dökülmüş evleri doyuncaya kadar
izledi. Her biriyle teker teker sohbet etti, dertlerini dinledi. Sokağa
geldiğinde Nevin onu arabasına yaslanmış bir şekilde bekliyordu.
Haftalardır görmediği bu
kadın şimdi içinde bir heyecan dalgasına neden olmuştu. Onun yanına yavaşça ilerlerken
bu dalganın da çok kısa bir zamanda geçeceğini biliyordu. Karşısına geldiğinde
durakladı, nasıl bütün binaları gözden geçirdiyse ona da uzun uzun baktı,
kirpiklerine, hafif kırmızı yanaklarına, kumral saç tellerine, yeşil gözlerine.
Nevin gülümsüyordu.
“Neymiş bu kadar acil
olan bakalım?”
Erin gülümsemesine
karşılık verdi ve saatine baktı. Tekrar kadının yüzüne odaklandı ve ona doğru
eğilerek yanağından sakin bir şekilde öptü. Nevin’in şaşırmasına fırsat
vermeden eline tomar halinde bir kağıt dosyası tutuşturdu ve fısıldadı.
“Teorinin son kısmı.
Yayınlanmasını sağla. İçinde sana bir not var.” Nevin merakla dosyanın kapağını
kaldırmaya yeltendi. Erin’in “Bu şehirdeki son deneyimi yapmaya gidiyorum”
diyen sözlerini fark ettiğinde artık çok geçti. Aniden dikildi ve telaşla
etrafına baktı. Ama Erin yok olmuştu, gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Dosyanın
açık kapağının altındaki ilk sayfanın başlığına baktı, “Eşik değeri probleminin
çözümü paralel bir evreni mi işaret ediyor?” Soru soran gözlerle Erin’den kalan
son notu mırıldandı.
Yine haklı çıktın. Artık onların
yaşadıkları bir denklem biliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder