Şimdi güvendeyiz. Çocuk yanımda. O korkunç yaratığın çocuğu
ele geçirmesine izin veremezdim. Anlıyor musun? Kendimi tehlikeye attım, bunun
farkındayım. Beni arıyor olmalı. O anı hatırlamak bile istemiyorum, ama
gözlerimi kırptığım her an kare kare hücum ediyor yaşadıklarım aklıma. Şimdi
ufak bir sokak arasında, gözden uzaktayız. Çocuk yanımda, kafası kucağımda,
uyuyor. Bense uyuyamıyorum.
Yaratıkla karşı karşıya geldiğim her anı tekrar tekrar
yaşıyorum, sanki kafamda yarısı yanmış bir film yorulmaksızın oynuyormuş gibi.
O korkunç anlar gözlerimin önünden gitmiyor, ama öncesine dair hiçbir şeyi hatırlayamıyorum.
Gözlerimi açtığımda kendimi yere yığılmış buldum. Toprak kokusu burnumu
doldurmuştu. Yer yer yabani otların büyüdüğü bir toprağın üzerine serilip
kalmıştım. Gecenin bir yarısı olmalıydı. Düşünce sırt kaslarımı incitmiş
olmalıyım. Doğrulmaya çalıştığımda inanılmaz bir ağrı sırtıma saplandı. Acıyla
inledim ve bir süre gözlerim açık halde uzandım olduğum yerde. Hiç ses yoktu
etrafta. Hatırlamaya çalıştım ne olduğunu, nasıl olduğunu. Bomboş bir sayfaydı
sanki aklım. Her yüklemeye çalıştığımda hata veren bir tarayıcı sayfası. Sonra
bir çığlık doldurdu kulaklarımı. Minik bir bedene aitti sanki bu çığlık.
Tanıdık bir tını vardı çığlıkta ama hiçbir şeyi çağrıştırmıyordu bana. Sanki
aklımdaki bomboş sayfadan bana ulaşabilen tek şeydi bu tını. Çığlık yorulmuş
bedenimi harekete geçirdi, doğruldum. Etrafıma baktım merakla. Kapkaranlıktı.
Ay varsa da bulutların arkasına saklanmış olmalıydı. Dinlemeye çalıştım.
Fısıltılar mırın kırın süzüldü kulaklarımdan içeri. Bir şey toprağın üzerinde
sürünüyor olmalıydı. Ya merakım kas ağrılarıma ağır basmıştı ya da kas
ağrılarım bu ufacık süre içerisinde yok olup gitmişti. Hangisi bilmiyorum, tek
hatırladığım artık onları hissetmediğim ve ayağa kalktığımdı. Sürünme sesine
doğru ilerledim. “Kim var orada?” Sesimi ilk defa duymuş gibi irkildim. Kendi
sesim bile bana bu kadar yabancıyken, bu çığlık neden tanıdıktı? Yere sürtünen
şey her neyse, durdu ve kısa bir sessizliğin arkasına yapışmış hıçkırıklar
kulaklarıma ulaştı. Sinirlendiğimi hissediyordum. “Ne oluyor orada?” Kontrolsüz
bir şekilde kükrediğimi duyumsadım. Bu ses, benim sesim miydi? Hıçkırıklarla
karışık çığlıkların geldiği bedenden cılız bir ses yükseldi, “Baba, buradayım!”
Baba kimdi? Ben miydim? Hala bilmiyorum. Tek bildiğim,
yardım etmem gerektiğiydi. Öfkeyle ileri atıldım. Ayağım sanki bir ağaç köküne
çarptı, yere kapaklandım. Bir kahkaha doldu kulaklarıma. Tiz bir kahkaha. Ayağa
kalkmaya çabaladım. Ağaç kökleri hareket ediyordu, etrafımı sarıyordu. Tüm
gücümle ittim yerden yükselen ve beni ele geçirmeye çalışan kökleri. Kızmıştım.
Kökler bunu anlamış olmalı, duraksadılar. Tuhaf bir sessizlik çöktü üzerimize.
Anlamaya çalıştım, ya da belki de hatırlamaya. Bu bir kâbus muydu? Köklerden
birinin bacağıma yapıştığını hissettim o anda. Kendime geldim ve öfkeyle
bacağıma dolanan kökü kavradım. İçimde alevlenen kızgınlığı ellerimle üzerine
boşalttım, gevşemek zorunda kaldı. Neden bu kadar öfkeli hissediyordum? Kafam
karışıktı. O, bu hislerimin hepsini seziyordu, biliyordum. Geri çekildi. Yine o
tuhaf hareketsizlik sardı etrafımı. Sonra çocuğu gördüm. Bana doğru koştu ve
kaskatı bedenime sarıldı. “Korkuyorum, baba.”
Çocuğu kucağıma aldım hızlıca ve kaçmak için hamle yaptım.
Tıslaması kulaklarımı doldurdu. Arkamdan mı geliyordu? Umursamadım, koştum.
Yirmi metre uzağımdaki gri binaya doğru panikle ilerledim. Tıslamasını daha
derinden duydum o zaman. İnliyordu, çığlık mı atıyordu? Ağlıyor muydu? Her ne
yapıyorsa kulaklarımı tırmalıyordu. İşte yine öfkeleniyordum. Durdum, o da
durdu. Arkamda. Hızlı hızlı soludum. Korku, telaş ve öfke birbirine karışmış,
homojen bir çözelti şeklinde kanımla tüm vücuduma yayılmıştı. Arkamı döndüm, o
iğrenç suratına baktım. Bir suratı olduğunu dahi bilmiyordum. Ama vardı işte ve
o surat aklımdaki bembeyaz sayfayı uçuk pembe rengine boyuyordu. O surat bana
bir şeyler çağrıştırıyordu. Binanın sokak lambalarından birinin cılız ışığı,
üzerine düşmüştü yaratığın. Birkaç dakika önce beni sarmalamaya çalışan
köklerini gördüm önümde. Dört taneydi, ağaç köklerinden çok ahtapot kollarını
anımsatıyordu. Midem kalktı. Bir adım geri çekildim. Ondan iğrendiğimi fark
etti, gözleri kısıldı. Çığlık attı suratıma doğru. Kükredim, zaten öfkeliydim.
Sustu. Sessizce birbirimize baktık. Beni tanıyordu, bunu hissedebiliyordum.
Peki ama bu yaratık beni nereden tanıyordu ve ben onu neden hatırlayamıyordum?
Dört kökünün çıktığı bir bedeni vardı, insan teni renginde. Bedeni
çırılçıplaktı, ufak göğüsleri sallanıyordu köklerinin üzerinde durmaya
çalıştıkça. İncecik bir boynun üzerinde yaralı bir surat taşıyordu. Sarmaşık
rengi gözlerinin içinde çizgi gibi bir iris parıldıyor ve öfkeyle sarsılan
bedenime merhamet tohumları ekiyordu. Gözlerinin etrafı gece kadar siyahtı,
aynı suratında yer yer kabuk bağlamış yaralar gibi. Kafatasının birkaç yerinde
bitmiş kopuk saç yığınlarını saymazsak, keldi aynı zamanda. Onu süzdüğüm o
birkaç saniye sonunda karşımda inlemesiyle kendime geldim. Köklerini bana doğru
uzattı, çocuğu almak istiyordu. Sert bir el hamlesiyle iki kökünü de yere
yapıştırdım. Bir çığlık yükseldi gökyüzüne, gözleri büyüdü nefretle. Tısladı,
ama bu seferki tıslamasının ardında kelimeler gizliydi sanki. Demek istediği
bir şeyler vardı belki de ama konuşamıyordu. Konuşma yetisi mi kaybolmuştu?
Birkaç saniye kıpkırmızı dudaklarını çaresizce kıpırdattı. Tek duyduğum
katlanılamaz bir homurtuydu. O kadar iğrençti ki, acıyla bakan gözlerinin
içimde yarattığı merhamet duygusu ona duyduğum öfke altında ezilip yok
oluyordu. Her şey bu kadar yabancıyken bana, kollarımdaki çocuk, içimi kasıp
kavuran öfke ve onun gözlerindeki acı bir araya geliyor ve bomboş aklımda
kıvılcımlara neden oluyordu. Sabırsızca soludum. O ise bir kez daha inledi ve
kendini yere attı. Konuşmaya çalışıyor ama sadece tıslıyordu. Zayıf düştüğü bu
andan yararlanıp gözden kaybolmalıydım. Geri geri adım atmaya başladım. Yere
bakan suratını kaldırdı aniden. Fark etmişti. Sezgileri vahşi bir hayvan kadar
keskindi. Sessizce bir çocuğa bir bana baktı, ben uzaklaşırken. Kıpırdamadı
bile. Dudaklarında insani bir tebessüm oluştu. Yüzünün tüm yabancılığına
rağmen, o incecik gülümseme tanımlayamadığım bir duyguyu uyandırdı içimde. Son
bir kez tısladı. Korkunç bir sözcük tıslamasıyla kulağıma yapışıp kaldı, “hatırlamıyorsun”.
Arkamı dönüp koşmaya başladım. Evet, hatırlamıyordum.
*
“Bir kız var bağırıyor. Avazı çıktığı kadar. Yukarıdaki
pencereden. Ona bakıyorum. Bana bakıyor. Yardım istiyor. Ağlıyor. Bana görevimi
veren adamın bakışlarını hatırlıyorum. Ne
yaparsan yap o odaya çıkma. O odada hoş şeyler olmuyor. Burada kal ve radyoyla
ilgilen. Senin işin bu sorunu çözmek. Bu radyonun nasıl çalıştığını anlamak.
Kafamı sallıyorum adama. Radyoya eğiliyorum, duymamaya çalışıyorum kızın
çığlıklarını. Adam gidiyor. Şimdi sadece ben, radyo ve kız var. Dayanamıyorum,
yine bakıyorum o kapkaranlık odadan sızan hüzne, dehşete, korkuya. Kızın
çığlıkları kulaklarımda. Neden susmuyor? Kızı görüyorum yine, sanki odadaki
birinden kaçarcasına pencereye çıkmış ve bana bakıyor yalvaran gözlerle.
Saçları iki yandan toplanmış. Kırmızı lastik tokalarla. Koyu renkli saçları ve
teni bembeyaz. Üzerinde şeker pembesi, tatlı bir elbise. Ne olur bana yardım et, diyor. Korkuyorum,
diyor. Korkuyorum. Ben de korkuyorum. Titriyorum. Neden susmuyor? Dayanamıyorum
bu baskıya. Arkamı dönüyorum. Kızdan ve karanlık pencereden uzaklaşmaya
çalışıyorum. Ama biliyorum, o odada ne olduğunu merak ediyorum. Görüntüsünün
bile gönlüme dehşet saldığı bu odaya ne hissedersem hissedeyim, ne kadar
rahatsız olursam olayım bir gün gideceğimi biliyorum.”
Uyandım. Sadece bir kâbus. İrkilmiş olmalıyım, kollarımda
uzanan çocuk da uyandı benimle beraber. Sabah olmuş. Gökyüzü bembeyaz, ama hava
sıcak ve nemli. Nefes alışverişim normale döndü. Çocuğa gülümsedim. Dişlerini
göstere göstere gülümsedi bana. Gözlerinin rengi bir şeyler çağrıştırdı
ansızın. Hatırlamaya çalıştım. İşe yaramadı. Önemli değil, şimdi yola
koyulmamız lazım. Yiyecek bir şeyler bulmalıyız. Ayağa kalktık, elini sıkı sıkı
tuttum çocuğun. Geceyi geçirdiğimiz çıkmazdan sessiz sokağa çıktık. Etrafımız
devasa binalarla çevrili. Büyük bir yerleşim yeri burası, ama bana hiçbir şey
hatırlatmıyor. Öylece baktım paralel sokaklara. Çok geçmedi, çocuk elimi
çekiştirmeye başladı. “Sosyal merkeze gidelim, baba. Orada yemek bulabiliriz.”
Düşünceli gözlerimi ona diktim. “Sosyal merkez, baba. Beni hep götürdüğün yer.”
Onu hep götürdüğüm bir lokanta vardı demek. Gözlerimi kaçırdım ufacık ela
gözlerinden, onu hatırlamadığımı fark etmesin diye. Zoraki bir gülümsemeyle
kasıldı yüz hatlarım. “Nasıl gideceğimizi biliyor musun? Babanın aklı karışık,
hatırlayamıyor.” Gülmeye başladı. Oyun sanmıştı bunu sanırım. Neşe dolu bir
çığlık attı. “Evet biliyorum. Bu taraftan.” Elimi tuttu ve beni arkasından
sürükledi.
*
Camdan, kocaman başka bir binaydı sosyal merkez. Sayamadığım
kadar bir sürü katı vardı ve tüm katlar ortak bir avluya bakıyordu. Güneş
ışınları cam çatıdan içeri dalıyor ve zemini aydınlatıyordu. Bizi
aydınlatıyordu. Çocuğa baktım. Gözleri yeşil yeşil parlıyordu şimdi. “Hadi bizi
yemek yemek istediğin yere götür.” Oyuna devam ediyor olmak hoşuna gitmişti.
Gülümsemeye devam etti ve beraber birkaç metre ötedeki bir lokantaya girdik.
Boş bir masaya oturdu hemen. Yavaşça karşısındaki sandalyeye gömüldüm. Çoktan
yiyecek listesini incelemeye başlamıştı. Ufacık kafası listenin arkasında
kaybolmuştu. Bu çocuk neden bu kadar önemliydi benim için? Ben kimdim? Yaratık
bizi arıyor muydu? “Bugün yumurta yemesem?” Gözleri listenin üzerinden merakla
bana bakıyordu. “Olur.” Kıkırdadı. Listeyi masaya yapıştırdı. “Ne yiyeceğime
karar verdim o zaman.” Bir garson bitiverdi yanımızda. “Nutellalı ekmek,
çikolatalı süt.” Garson bana dikti bakışlarını onay beklercesine. Hızlı hızlı
kafamı salladım. “Bana da sıcak bir içecek getirebilir misin? Ne olduğu fark
etmez.” Garson gözden kayboldu.
“Annem nerede, baba?” Bu soruyu bir kez daha sormuştu daha
önce. Dün gece, yaratıktan yeterince uzaklaştığımızda ve geceyi geçirecek
güvenli bir sokak bulduğumuzda ansızın soğuk su gibi yüzüme çarpmıştı bu soru.
Anlamamıştım. Uyumasını söylemiştim. Diretmemişti. Demek ki anneyi unutmamıştı.
Gözlerimi kaçırdım ve mırıldandım, “bilmiyorum.” Cevap vermedi. O sırada çokokremi,
birkaç dilim ekmek ve sütle beraber masamıza servis edildi. İyi zamanlama.
Şimdi tekrar gülümsüyor. Bardağım sıcacık. Bir yudum aldım içindeki sıvıdan.
İçim ısındı. Lokantanın kapısında bir adam ve iki kadın dikilmiş, bana
bakıyorlar. Neden? Bakışlarına karşılık veriyorum. Gülümsüyorlar. Şimdi bize
yaklaşıyorlar. Kim bunlar?
Adam iri yarı, açık renk saçları var. Yüzü benimkinden daha
beyaz. Sağ kolunu saran dövme ilgimi çekti. Birkaç saniye gözüm o dövmeye
takılmış olmalı. “Naber Doğu?” Doğu mu? İsmim bu olmalı. Bir yandan da omzumu
sıvazlamıştı. Karşılık vermeye çalıştım adını bilmediğim bu adama, “İyiyim,
sen?” Kafasını salladı, dudaklarını büktü hafiften. Bu sanırım iyiyim demek
anlamına geliyordu. Yanımdaki sandalyeye çöktü. Yanında gelen iki kadın da
esmerdi. Birbirlerine benziyorlardı. Gözlerinde telaş vardı. Biri çocuğun
yanağını sıktı, diğeri de çocuğa sarıldı. “Nasılsın Ege’cim?” Çocuk gülümsedi,
“Babam bugün yumurtasız kahvaltıya izin verdi, Toprak.” Bir yandan da üzerine
bol bol çokokrem sürdüğü ekmeğini ağzına sokmaya çalışıyordu.
Ege. Ne güzel bir isim. Gözlerim narin ellerinde gezindi
çocuğun. Sessizce onu izledim. Bu çocukla olan bağlantım neydi? Yaratığın bu
bağlantıdaki rolü ne? Düşüncelerime dalmışken yanımdaki adam kulağıma doğru
eğildi, “Konuşmamız gereken bir şey var. Ege’yi dışarıdaki çocuk parkına
gönder.” Kaşlarım çatıldı. Olmaz, çocuğu yalnız bırakamam. Yaratık her an
gelebilir. Kafamı hayır anlamında salladım, “ne söyleyeceksen söyle.”
Suratından hafif bir sorgulama ifadesi geçti. “Dün geceyi biliyorum. Konuşmamız
gerek. Hadi.”
Dün gece. Yaratık. Bu adam yaratığı nereden biliyor
olabilir? Nefes alışverişim hızlanmış olmalı. O tanıdık öfke yükseliyor içimde.
Dizginlemem lazım. Kadınlara baktım. Gözleri hala endişeli bakıyorlar bana.
Sonra çocuğa, yani Ege’ye kaydı bakışlarım. Ekmeğini ve sütünü bitirmiş,
dikkati dışarıdaki oyun parkına kaymıştı. “Başka bir şey yemek istiyor musun,
Ege?” Kafasını hayır anlamında salladı. “Belki süt içebilirim.” Onun için süt
isteyeceğimi, bu sırada kendisinin de dışarıdaki oyun parkında beş dakika,
sadece beş dakika oynayabileceğini söyledim. Neşelendi. Zıplayarak ayağa kalktı
ve beni yanağımdan öpüp dışarıya koştu. Arkasından baktım birkaç saniye.
“Evine gittik bugün sabah.” Konuşan, kadınlardan biriydi.
Buğday tenli olan. Hepsi bana bakıyordu şimdi, merakla. Ses çıkartmadım. Sözüne
devam etmek zorunda kaldı buğday tenli. “Dönüşümü tamamlanmış, Ege.” Boş
gözlerle bakmaya devam ettim kadına. Ne dönüşümünden bahsediyorlardı? “Karın,
Ege. Doğa. Bodrum kattaydı, eminim. Tıslamalar duydum. Aşağı inemeyecek kadar korkmuştum,
özellikle de sizi etrafta göremeyince. Kendimi dışarı attım.” Diğeri konuşmaya
başladı hemen ardından. “Ama siz iyisiniz, sevindik.” Evet diye kafamı
sallayabilecek gücüm bile kalmamıştı. Yaratık benim karım mıydı? Yaratıkla aynı
evde mi yaşıyordum? Yaratık Ege’nin anne dediği kişi miydi? Sorular dinmek
bilmiyordu kafamda. “Siz yaratıktan bahsediyorsunuz.” Üçü telaş ve kaygı dolu gözlerle
birbirlerine baktılar. Adam eliyle yavaşça omzumu ovdu, “iyi misin abi?”
Başımı ellerimin arasına aldım ve uzun bir iç çektim. Sonra
da kaygılı gözlerle nedense pek samimi bulduğum bu adamın suratına baktım. “Dün
geceden öncesini hatırlamıyorum. Yere düştüğümde kafamı vurmuş olabilirim ve
sanırım bu yüzden hafızamı kaybettim.” Sessizlik çöktü masaya. Aceleyle
ekledim, “çocuğa söylemeyin.”
Adam biraz çekinerek konuşmaya başladı, “bizi hatırlamıyor
musun Doğu?” Hatırlamadığımı kaç kere söylemem gerekiyordu acaba. “Siz
söyleyene kadar adımı bile bilmiyordum,” diye cevap verdim. Yeterli oldu
sanırım, üstüme daha fazla gelmediler. Adamın yutkunma sesini duydum
kulaklarımda. “Doğa senin eşin. Ege ise oğlun. Sen bir genetik mühendisisin,
Doğa ise kimya profesörü. Evinizin alt katı bir laboratuvar. Senelerce insanlar
üzerine yasal olmayan deneyler yaptığınız gizli bir laboratuvar. Ege’nin
bunlardan haberi yok. Hatırlıyor musun bunları?”
Kafamı hayır anlamında salladım. İkide bir hatırlıyor musun,
diye sorması beni öfkelendiriyordu. Öfke ise bana yaratığı anımsatıyordu. Tıslamasını,
gözlerindeki acıyı ve insani tebessümünü. Öfkelenmemeliydim. “Neden insanlar
üzerine deney yapıyordum?”
“İnsanın genetik haritası biliniyor, fakat her genin ne işe
yaradığını, hangi hastalıklarla bağlantılı olduğunu bilmiyoruz. Bak sen önemli
bir keşif yaptın.” Gülmeye başladı. Hiç de komik değildi. Gülümsemediğimi
görünce sustu ve tekrar omzumu sıvazladı, “hafıza kaybın geçici olmalı. İyi
olacaksın abi, eminim.” İyi olmak mı? Yaratığı, yaratık haline getiren sebep
benken nasıl iyi olabilirim ki? “Anlatmaya devam et.”
“Her bir genin bedende bir rolü vardır. Sen alakasız olduğu
düşünülen birçok genin kolektif olarak çalışarak vücuda etki yapabileceğini
gösterdin. Bunun adına da genlerin kolektif davranışı dedin, aynı birçok atomun
bir araya geldiğinde kolektif davranışlarının bireysel davranışlarına ağır
basması ve çok atomlu sistem dinamiğinin tek bir atomun dinamiğinden tamamen
farklılaşması gibi.”
“Sen bunları nereden biliyorsun peki?” Sakin bir gülümseme
yayıldı toparlak suratına. Keşke sürekli içimi kavuran bu öfkenin bir kısmını
ona aktarabilseydim. “Ben de genetik mühendisiyim. Senin en yakın arkadaşınım,
Doğu. Adım Serin.” Kadınları gösterdi eliyle. Buğday tenli olan karısıydı, adı
Bilge. Fizikçiymiş. Diğeri ise Bilge’nin kardeşi, Doğa’nın yakın arkadaşı
Toprak. O da kimyacıymış. Umurumda bile değil. “Neden insanlar üzerine deney
yapıyorduk? Hala söylemedin.”
Bir gürültü koptu ansızın. Ne oluyor? Ege’yi bulmalıyım.
Kulaklarım hiçbir şey duymaz, gözlerim bir şey görmez oldu. Aceleyle dışarı
fırladım. Ege yok. Birkaç dakika önce oyun parkında oynadığını gördüğüm çocuk
yer yarıldı da yerin içine girdi sanki. Etraf birbirine karışmış. İnsanlar
çığlıklar atarak kaçışıyorlardı. Ne oluyor? Serin yanımda bitiverdi, diğer
ikisiyle. Gözleri kocaman açılmış, hayretle bakıyordu kargaşaya. “Demek
başladı.”
Telaşla baktım ona. “Ne başladı?”
Her şey sessizleşti aklımda, tüm dikkatim bu tuhaf adamın
dudaklarına kaydı. Dudaklarını ısırıyordu dişlek dişleriyle. Dudaklarındaki
hafif ıslaklık ışık altında parlıyordu. Ne başladı, lanet olası herif, söyle.
Bana baktı çaresiz gözleriyle ve mırıldandı, “Dönüşüm. Dönüşenler şehri almaya
hazırlar.”
Sadece baktım ona. Dedikleri hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Bu deli adam, bir sürü yaratığın var olduğundan mı bahsediyordu? Omuzlarından
tuttum onu, sarstım, sanırım yine öfkeyle. Neden bu kadar öfkeli hissediyorum?
Kendine geldi, gözlerini bir korku dalgası yaladı adeta. Dudakları kurumuştu,
diliyle hafifçe ıslattı yine dudaklarını ve zorlanarak da olsa ellerimden
kurtulmayı başardı. “Gitmemiz lazım abi, saklanmalıyız.” Koşmaya başladı Serin,
kadınlar da arkasından. Gidemezdim, Ege’yi bulmalıydım. Diğer insanların
arasına katıldım ve deliler gibi koşmaya başladım. Ama yoktu, hiçbir yerde
yoktu. Hiç yalnız bırakmamalıydım onu, yaratık gelip almış olmalı. O kadın.
Çocuğu bulamayacağımı fark edince etrafımdaki kargaşanın
daha bir farkına vardım. Her yerdeydiler. Bambaşkaydılar. Her birinin farklı
bir özelliği vardı. Hiçbiri dünkü yaratığa benzemiyordu. Ama hepsinin
görünüşünden bir çeşit yaratık oldukları seçilebiliyordu. Bunların hepsinin
sorumlusu ben miydim? Neden hatırlamıyordum? Düşünceler içinde etrafımı izlerken
yaratıklardan birinin bir çocuğa saldırdığını gördüm. İşte yine öfkeleniyorum.
Öfke tüm bedenimi ele geçiriyordu. Dayanamıyordum, karşı koyamıyordum. Öfke
bana hükmediyordu, beni kontrol ediyordu. Ben öfke oluyordum, öfke ise ben
oluyordu. Ayrılamaz bir parçamdı sanki. Kafamda durmak bilmeden çalan bu
saykodelik sesler güçleniyordu ve öfke benimle besleniyordu. Ardından
hatırladığım tek şey yaratığı çocuğun üstünden çekip almam ve onu kalın
ellerimle acımasızca boğuşumdu. Öldü. Fırlatıp attım onu bir kenara. Çocuğu
boynundan ısırmıştı. Yeni bir yaratık doğuyor olmalı. Koşmaya başladım. Ama daha
çok uçuyor gibi hissediyordum. Arkamdan bir el omzuma dokundu. Öfkeyle kenara
ittim eli, yere kapaklandı başka bir yaratık. Bana bakıp gülüyordu. Sinir
ediciydi, ellerimi yaralarla dolu boğazına dayadım. Gülmeye devam etti ama
birkaç sözcük kulağıma çalındı kıpkırmızı dudaklarından geçip gelen. “Sen de
bizdensin. Sen de bir yaratıksın, görmüyor musun dostum?” Onu öldürmeme ramak
kalmıştı, kahkaha atmaya devam ediyordu. “Yoksa nasıl bu kadar güçlü
olabilirsin ki? Yoksa nasıl oradan oraya uçabilirsin ki, söylesene dostum.”
Öfke. Durduramadığım yeni bir öfke seline dönüşüyordum adım adım. Yaratığı
bıraktım. Gülmeye devam etti. Koşmaya başladım, öfkemden başka hiçbir şeyi
gözüm görmeyinceye kadar sadece koştum. Ya da belki de uçuyordum. Yaratık haklı
olabilir miydi?
*
Kendime geldiğimde ıssız bir mahallede, kargaşadan uzaktım.
Öfke dinmişti. Öfke beni serbest bırakmıştı. Bir ağacın altına kıvrıldım,
kollarımla bedenimi sardım. Üşüyordum. Korkuyordum. Ama kimden? Korkacak biri
varsa, o da bendim. Kendimden korkmalıydım, ya da öfkeden. Ben bir canavar
mıydım? Onlara benzemiyordum. İnsan gibi duruyordum. Peki ama beni bir yaratığı
ellerimle boğazlayabilecek kadar güçlü yapan o öfke krizleri de neyin nesiydi?
Kendimi neye dönüştürmüştüm? Hafızamı özellikle mi silmiştim? Ben neydim? Bir
insan mı, yoksa bir yaratık mı? Belki de her ikisi birden. Nefes al, nefes ver, düzenli. Sen bir yaratık olamazsın. Sen onlara ait
hissetmiyorsun. Onları saniyeler içinde öldürebiliyorsun. Öfke tüm bedenini
kaplasa da hala dokunamadığı bir yer var, biliyorsun. Tebessümü gören, acıyı
hisseden, sevmeyi bilen bir taraf var hala içinde bir yerde. Ona sarılmak
zorundasın, onu hatırlamalısın. Seni yok etmelerine izin veremezsin. Öfkenin
seni tanımlamasına izin veremezsin, ya da acının.
Yaratık ya da insan
olmak. Senin elinde.