17 Mayıs 2016 Salı

Işıklar Olmadığında: Do Diyezin Mutlak Anlamsızlığı

Işıklar Olmadığında öykü serisi Başka Peron dergisinde yayınlanmıştır.


“Ben kimim bilmiyorum. Her yolculuk heyecanlıdır, çünkü sonu belirsizdir. Nasıl bilebilirdim ki sonunda kendimi kaybedeceğimi? Aklımda başka dilde bir insan var artık. Benden izinsiz konuşuyor, aklıma gelebilecek her şey hakkında. Duyguları var. Âşık oluyor. Kendi düşünceleri var. Teoriler kuruyor. Onun yaşadıklarıyla dolu bir hafızam var. Benim için kafamı dolduran tüm bu yabancı dünya bir çeviriden ibaret. Ucuz, sahte bir çeviri.” diye yazıverdi defterine. Ana dilinde kendisine konuşan tek kişiydi günlüğü, memleketine ait tek arkadaşı.

Pencereden dışarı dikti gözlerini. Kapkaranlık bir gece ve camın yansımasında kendi masasının üzerinde duran mum yığınının ufacık alevlerinden başka hiçbir şey göremedi. Zaten görmeyi de ummuyordu. ‘Gerçi bir de yüzüm’, dedi, ‘bu cılız ışık el verdiğince’. Uzun uzun baktı kahverengi gözlerini görebilmek için yansımasında, ama görebildiği tek şey bir çift kara çukurdu. Arkasına yaslandı. En azından sandalyesi hala son teknoloji ürünü olan ergonomik bir SC27’ydi. Her şey başlamadan ve stoklar tükenmeden önce geriye kalan nadir SC27’lerden bir taneydi. Kurduğu her kısa süreli yeni hayatta lüksünden vazgeçemeyeceği birkaç şeyden biri çalışma masasının sandalyesiydi. Hayatının büyük bir kısmını onun üzerinde geçirdiğini düşündükçe bunun hiç de fena bir yatırım olmadığının farkındaydı. Üzerine oturulduğunda bedenin şeklini alıyor ve özellikle sürekli dik durması gereken sırtı destekliyordu. Ayrıca devamlı klavye üzerinde çalışması gereken elleri biraz olsun rahatlatmak adına kollar için de masa boyuna ayarlı ikincil destekler çıkıyordu. ‘Tabi’, deyip duraksadı bir an, ‘artık klavye değil de, kalem-kâğıt’, diye düzeltti kendini. Sonra romantik bir düşünce dünyasına dalıverdi. ‘En azından artık Newton’ı, Galile’yi daha iyi anlıyorum sanki’, diye kendi kendine söylendi. Üzerine de acı bir kahkaha patlattı. Newton’ın bir fonksiyonun köklerini bulmak için diferansiyel analizden gelen nümerik hesabı geliştirme sürecinde kaç tomar kâğıt kullanmış olabileceğini düşünmeye başladı. Adı üzerinde nümerik hesaptı bir kere. Hesabını mutlaka belirli fonksiyonlar üzerinde denemiş olmalıydı. ‘Mesela türevinde köşe olan ve dolayısıyla ıraksayan mutlak değer fonksiyonu’, diye mırıldandı. Adamı, algoritmayı kâğıt üzerinde el hızıyla koştururken hayal etti. Newton gözünün önünde giderek hızlandı, hızlandı ve bir an duraksadı. Geriye çekildi. Tahta iskemlesine yaslandı. Masasının üzerindeki incik cincik denklemlerle dolu kâğıtlara göz gezdirdi. ‘Tanrı aşkına Ayzek!’, diye bağırdı kendi kendine Newton, ‘ne kadar uğraşırsam uğraşayım, hesabım bu cehennemden kaçıp gelmiş, cebrin yüz karası fonksiyonda çalışmayacak!’ Kafasında teatral bir sahnede oynayan Newton’a dönüp gülümsedi, ‘Algoritmanda böcek [1] var dostum, Ayzek.’ Newton ise yönetmenine dönüp aynen şöyle dedi, ‘Biliyor musun, aslında bunu sezmiştim türevin süreksizliğinden. Ama içimdeki şeytan yine de deneyerek görmemde ısrarcıydı.’

Ekin, Newton’a anlamlı bir bakış fırlattı. “Hep öyle derler, Ayzek.”

***

Haftalardır çalışıyoruz, hala problemin bir ölçüm yetersizliği olduğunu düşünüyorsunuz, diye bağırmak istedi Ekin. Profesör Gorskey yeni deney düzeneklerinden bahsediyordu. Tahta ve oval toplantı masası ülkenin en önemli teorik ve deneysel fizikçilerinden birkaçını bir araya getirmişti. Olay yaşandığından beri düzenlenen olağan fizik görüşmelerinden sıradan bir tanesiydi. Ekin, karşısında oturan adama baktı. Profesör Levitov, diye içinden geçirdi, iki hafta önce izin alarak neredeyse iki günlük araba yolculuğuyla Kolorado’daki ailesini görmeye gitmişti. Bugün sabah Boston’a varabilmişti. Hemen yanında Profesör Chu sigarasını adeta yiyordu. Geçen akşam yemeğinde onun aylardır Boston’a tıkılıp kalmış olmaktan yakındığını hatırladı, Ekin. Kimisi günler alan uzun bir yolculukla, kimisi de şehir merkezindeki mütevazı evinden çıkıp gelmişti Enstitü’ye. Boston’ın gözden ırak bir köşesinde kurulan afeti anlamaya yönelik merkezde fizikçilere ayrılan kısımda buluşmuşlardı.

Ekin, bir kol uzaklığında duran su dolu bardağına baktı. Sonra da hafif kaykılıp sağ cebinden ufak ve beyaz bir hap kutusu çıkardı. Sol avucuna minicik bir hap düştü kutudan ve hapı ağzına attı. Ardından bardağına uzanarak birkaç yudum su içti. Toplantı başkanı Gorskey, on altı nisan 2016, dedi, haftalar oldu, santraller artık neredeyse hiç çalışmıyor, mühendisler çaresiz, üretim hızı yüz yıl kadar geriledi, okyanus ötesinde düşen hükümetlerin haberlerini alıyoruz. Duraksadı, eliyle yüzünü yıkadı Gorskey. Mektupla. Kafasını salladı. Politikanın bilim üzerindeki baskısı hiç bu kadar dayanılmaz olmamıştı. Ekin’in yanında oturan Keats, kirli sakalının üzerinde gezdirdi parmaklarını. Belli ki konuşacak, diye geçirdi Ekin içinden ama aslen Keats’in parmaklarının sakal üzerinde çıkarttığı hışırtıya kaptırmıştı kendini. Sürtünme sesinin giderek tüm odayı kapladığı hissine düştüğü an, hapın etkisini göstermeye başladığını anlamıştı. En başından beri dediğim gibi David, burada ölçümsel bir hata yok, olsaydı mühendisler çözebilirlerdi. Onlar da aylardır, afet öncesinden beri daha optimize dinamolar geliştirmeye çalışıyorlar, biliyorsun. Keats dudaklarını ıslattı ve sakin bir şekilde devam etti.

Daha derin bir problemle karşı karşıyayız. Bu sizin tüylerinizi diken diken ettiği kadar benimkini de ediyor ama gerçekten Faraday yasasıyla ilgili bir sorun var.

Keats, Ekin’in danışmanıydı. On altı nisan 2015 diye bağırdı Ekin’in içine hapsolmuş yaratık, bugün buraya gelişinin yıl dönümü, kimliksiz. Şimdi hap, içinde ikinci bir insan yaratmıştı. Önemli değil, dedi, hiç eşittir çok. Ha iki kimlikli, ha kimliksiz. Yoktan var olmuş ikinci kimliğinin gülümsediğini hissetti Ekin, şimdi ona sorular soracaktı.

       "Buraya neden geldik, Ekin?"
       "Araştırma yapmak için, biz bir fizikçiyiz. Keats saygın bir kuantum enformasyon fizikçisi. Bizi projesine kabul etti, biz de kilometrelerce uzaktan çalışmaya, keşfetmeye geldik."
       "Yani mesele Faraday yasası falan değildi?"

Ekin, birinci kimliğinin güldüğünü duydu. Göz ucuyla Keats’e baktı. Hapı aldığını fark etmesi sorun değildi. Danışmanı olarak yediği her haltı zaten biliyordu. En azından dışarıdakiler birinci kimliğimin attığı kahkahayı duydu mu diye bakmıştı. Neyse ki kimse duymamıştı.

       "Biz Maxwell’in değil Keats’in çalışanıyız seni beyinsiz. Bu devirde kim Faraday yasası üzerine çalışır ki? Biz evreni enformasyon temelinde modellemeye çalışıyorduk. Sonra bir gece ansızın dünyamız karardı."
       "Bir kez daha anlatsana şu olayı. Yeni dinleyicilerin var bak karşındalar, sana bakıyorlar."

Birinci kimliğinin elinde kahve dolu bir bardak belirdi. Altında bir sandalye var oldu. Güneşli bir gündü, kuşların cıvıltısını duydu. Seyircileri çimlere oturmuş, pür dikkat onu dinliyorlardı. Çoğu tanımadığı bilime meraklı insanlardı, zaten o da afetten onlarca sene sonra sorunu çözmüş bilim insanı olarak konuşuyordu. Ellerine baktı, evet buruşmuşlardı. Aynası olsa saçlarının beyazladığını da görebilirdi. Artık yaşlanmıştı. Ama olsun, afeti sonlandıracak formulasyonu geliştirmiş bir fizikçiydi o. İşe yaramıştı yani, biraz. Şuraya birkaç tane de fizik öğrencisi atalım, dedi birinci kimliği ve toy çocuklar belirdi ansızın seyircileri arasında. Sonra fark etti ki sağ tarafta Avery de var. Kalp atışları hızlandı. Ekin onu davet etmemişti, ama işte yine de gelmişti. Gözlerini Avery’den kaçırdığı an bu sefer de sol tarafta oturan Deniz’e yakalandı. Gözleri kocaman açıldı. Kalbi güm güm atmadı belki ama içi ısındı. Hafızası Deniz’le adeta hayat buldu. Bu yüzü görmeyeli ne kadar oldu diye düşündü kendi kendine. Uzun uzun baktı Deniz’e, sanki onu bir daha göremeyebilirmiş gibi yüzünün ayrıntılarını bir kez daha okudu. Ne kadar okursa okusun ona doyamadığını biliyordu. Sonra kafasını salladı dikkatini toplamak istermiş gibi, anlatması gereken bir hikaye vardı.

        "Çoğu insana değişim çok ani gelmişti. İşin arkasını bilmeyenler için bir gün ışıklar varken öteki gün yok olmuştu. Ancak detaylı bir inceleme bu ani değişimi biraz da olsa çeşitlendiriyordu. Aslında ilk kesinti dalgası yaşanmadan önce, evet ilk dedim, çünkü geçişte elektrikler birçok kez gidip gelmişti. Ne demiştim, evet ilk kesinti dalgası yaşanmadan önce aslında zaten santrallerde elektrik verimi düşüşteydi. Mühendisler bunun farkındaydı ve bu verim probleminin teknik bir arızadan kaynaklandığını düşünüyorlardı. Yani bu ana kadar sorun ufak bir kesimin sorunu olmaktan öte değildi. Tabii hiçbir mühendis Dünya’nın öte ucundaki mühendis meslektaşının da aynı problemi yaşadığının farkında değildi. Kuzey Amerikalı mühendisler elbette işbirliği yapıyorlardı, çünkü zaten bir kara parçası üzerindeki tüm elektrik hatları birbirine bağlıdır. Yani, sadece tek bir santraldeki verimsizlik tüm hattı etkiler. Ancak Küresel Kesinti’ye kadar problemin Kuzey Amerika hattına özel olduğu sanılıyordu. Küresel Kesinti günü, yani Boston’a gelişimin onuncu ayı bitmek üzereyken ilk kesinti dalgasını akşamüstü saat dörde doğru aldık. Tipik bir kesintide nasıl hemen jeneratörler devreye girerse, benzer şekilde aniden elektrikler geri geldi. Fakat bunun nedeni jeneratörler değildi. Problem bizzat elektrik üretiminin anlık kesilmesi ve devam etmesinden kaynaklanıyordu. Tüm Dünya adeta birkaç dakika boyunca elektriğin salınımına şahit oldu. Ardından da jeneratörler devreye girdi, çünkü Küresel Kesinti tamamlanmıştı. Deprem gibi bir şeydi aslen, sanki sanal bir elektrik fayı vardı da kırılmıştı, biraz sallamıştı ve sonsuza kadar uykuya yatmıştı."

Ekin seyircilerinin arasında Keats’i gördü ve kaşlarını çattı. Keats çoktan ölmüş olmalıydı. Tam o sırada danışmanının sesiyle hayal dünyasından kopuverdi. Toplantı bitmişti, odada sadece kendisi ve başında kendisine bakan Keats kalmıştı.

Analiz ne durumda, Ekin? Ne sonuç aldın?


***

Hiç flüt çaldın mı, Avery? Ekin içkisinden bir yudum aldı. Şehir merkezinde caz çalan bir barda oturuyorlardı. Elektrik yok olunca caz barı tekrar tasarlamışlardı; şimdi bütün masalarda mumlar yanıyor, barın duvarlarını meşalaler aydınlatıyordu. Flütistin solosu kulaklarını doldurdu Ekin’in. Biraz önce saksafonla atışmışlardı. Şimdi tüm odayı etkisi altına almaya çalışıyordu. Diğer enstrümanlar da bu atışmaya sadece eşlik etmişlerdi. Avery kafasını hayır anlamında salladı.

Flüt çalanlar bilir, do diyezin mutlak anlamsızlığını, diye mırıldandı Ekin. Loş odadaki karanlık detaylarda gezdirdi gözlerini ve aslında kulaklarını şenlendiren müziğe ne kadar uyduğunu düşündü bu doğal mum loşluğunun. Her sesin bir karakteri vardır ama do diyez. Do diyez tam bir karaktersiz. Her ses bir taş gibi sağlamdır, kulağa çivilenir, orada kalır. Do diyezse utanmadan havada asılı kalır, sağından vursan soluna gider, solundan vursan sağına. Şekilsizdir, kimliksiz.

Do diyez kadar anlamsızım, Avery. 

Avery de bir fizikçiydi. Enstitü’de çalışan Weasley’nin doktora sonrası araştırmacısıydı. Hocası da kendisi de afet öncesi Boston’daki teknik üniversitede çalışıyorlardı. Ekin, Avery’yi afet sonrasında tanımıştı. Elektriklerin medeniyeti yüz üstü bırakıp gittiği günün üzerinden yaklaşık bir hafta geçtiğinde Boston’da olağanüstü bir fizik toplantısı düzenlenmişti. Washington bizzat istemişti. Henüz fizikçilerin afet açıklamasında kendilerini sorumlu hissetmedikleri zamandı. Genel kanı santrallerde bir sorun olduğu yönündeydi ve herkes dört gözle sorunun giderilmesini bekliyordu, fizikçiler dahil.

Simulasyonlarım yarıda kaldı, diye söylenerek toplantı arasında kahvesini alan Ekin’in yanına gelmiş ve kendini tanıtmıştı. Hala kağıt kalem kullanıyorum, diyerek gülümsemişti Ekin. Teorik fizikçiyim. Tüm bu anlar Ekin’in gözünün önünden hızlıca birkaç kez geçti. Sonra karşısında kendisini müziğin akışına bırakmış olan Avery’ye dikti gözlerini. Davul coşmuştu.
Ekin kontrolsüz bir şekilde elini cebine daldırdı ve hap kutusunu aradı. Kapağını açıp avucuna ufak bir hap düşürmüştü ki Avery’nin gözlerine yakalandı. Kafasını ne var dercesine salladı Avery’ye.

“Artık alma şu ilacı. İstediğin zaman limandan kalkan bir gemiye binip ülkene geri dönebilirsin. Geri dönmek veya dönmemek senin elinde.”
“İşte tam bu nedenden dolayı hap almam gerekiyor.” Ekin masadan kalktı ve uyuşuk uyuşuk lavaboya yöneldi.

Deniz’in ilk mektubu oldukça netti. Hayatlarının değiştiğini yazmıştı. Ekin’e düzenli olarak ulaşamamak onu perişan etmişti. Mektup çocukları değillerdi. Belki ancak bir kere mektup yazmışlardı koskocaman hayatlarında ve bir kez bile mektup beklemenin sabırsızlığını yaşamamışlardı. Jeneratörlerin gücünün kalan son nefesimiz olduğunu bilseydim, son zamanlarımızı seninle skype yaparak geçirirdim, cümlesini hatırladı sevgilisinin. Buruk gülümsemesiyle ekşiyen yüzünü süzdü aynadan Ekin. Kesinti süreci memleketinde yeterince iyi bir şekilde yönetilememiş ve tüm Türkiye kesinti gününden itibaren elektrikten neredeyse tamamen yoksun kalmıştı. Herkes elektriklerin canlanacağı günü beklemeye başlamış, fakat bir-iki hafta sonunda bu umut giderek solmuş ve birçok insan hala çalıştığı görülen jeneratörlere koşmuştu. Elbette onların da ömrü çok uzun süreli olmamıştı. Tüm bu detayları Deniz’in mektuplarından öğrenmişti, Ekin.

Ekin’in de bir süredir kara kara düşündüğü bir soruna işaret etmişti Deniz mektubunda. Sen gözlemi ancak elektrik enerjisi yoluyla mümkün olan sistemlerin mekaniği üzerine çalışıyorsun. Artık elektrikler olmadığına göre, çalıştığın teorileri doğrulamanın bir yolu var mı? Yoktu. Deniz’e mektubunda bu soruya kısacık ve naif bir ‘yok’ sözcüğünden ötesini söyleyememişti. İstenilen herhangi bir an deneylenebilen teoriler üzerine kurulmuş yüzyıllık bir bilgi birikimi herkesin gözü önünde çaresiz bir tuhaflık içinde erişilemez hale gelmişti. Doğruluğunu daha önceden birçok kez kanıtladığınız bir teoriyi şu anda kanıtlayamamak onu geçersiz kılar mıydı? Ama çalıştığım mekanizmalar hala işliyor olmalı, sadece bunu deneyleyebilecek ekipmandan yoksun kaldık, diye yazmıştı Ekin. Bu elektrik sorunu çözüldüğü zaman tekrar parçacıkların kuantum dünyasına burnumuzu sokabileceğiz. Orada her şey tıkırında çalışmaya devam ediyor!

Bir ay sonra eline ulaşan mektubu sabırsızlıkla açmıştı, Ekin. Elinde tuttuğu hap kutusunu ceketinin cebine fırlattı ve pantolonunun arka cebine sıkıştırdığı mektubu okudu bir kez daha. Yani ayın sen bakmadığında da orada durduğundan eminsin?, demişti Deniz mizahi bir şekilde. Gözlem yapamadığım sürece nasıl emin olabilirim ki?, diye fısıldadı Ekin kendi kendine. İşte tam da bu sebepten dolayı bu elektrik problemi çözülmeliydi. Sanki sadece santrallerin değil kendi zihninin de elektrikleri ansızın kesilmişti ve kafasını günlerce aylarca meşgul etmiş ve eden onlarca soru cevaplarından uzakta do diyez gibi anlamsız bir şekilde havada asılı kalmıştı. Deniz ise mektubunu aksine epey anlamlı ve keskin bir şekilde bitirmişti. O zaman geri dönmenin vakti gelmedi mi?

***

Avery’den ayrıldıktan sonra evine geçti ve tahta masasının başına oturdu. Masanın üzerine sıraladığı mumları teker teker yaktı çekmecede sakladığı çakmakla ve gecenin karanlığında pencerenin camında hayat bulan bezgin yüzünü süzdü uzun bir süre. Hayır gelmedi, geri dönmenin vakti gelmedi, diye yazdı bomboş sayfanın başına. Olay günü telaşla bastığım fotoğrafların hiçbir işe yaramıyor. Yüzünün hatlarını unutmaya başladım Deniz. Sesinin tınısı çoktan yok oldu. Biliyorum, belki de yapmam gereken çok önce bir gemiye atlamak ve memlekete geri dönmekti. Ama ortada uğraşmam gereken bir problem varken gidemem. Bir süredir Keats odağını bu problemi çözmeye adadı ve ben de doğal olarak bu araştırmanın ana parçalarından biriyim. Yanlış anlamanı istemem, burada kalışım bir zorunluluk değil. Aksine istek. Bu basit bir elektrik kesintisi problemi değil, Deniz. Bu doğal bir afet. Kesinti gerçekleştikten çok kısa bir süre sonra, henüz kimse fizikçileri işe koşmamışken Keats araştırmaya başlamıştı zaten. Bir teorimiz var ve aylardır hem deneyleri hem hesapları üzerine çalışıyorum. Bir sonuca bu kadar yaklaşmışken çalışmamı bırakıp geri dönemem.
Her yolculuk heyecanlıdır, sonunda ne olacağını bilemediğin için heyecanlıdır. Bu yolculuğun rüzgarı beklemediğim yönden esiyor ve beni hiç görmediğim diyarlara götürüyor, sorularımı değiştiriyor. İçimdeki kaşif, aşığa ağır basıyor.

Kalemi bıraktı ve hap kutusunu cebinden çıkarttı. Sonra da kutunun içinde kalan bütün hapları çöp kovasının içine boşalttı ve mumları söndürdü.





[1] Böcek, İngilizce ‘bug’ teriminin Türkçesi. Bug, yazılımcıların dilinde yazılan kodda gözden kaçan bir hatayı temsil eder. Bu nedenle kod istenildiği gibi çalışmaz ve böcekleri ayıklamak gerekir. (y.n.)

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Piksel

Çok dalgındım o gün. Hocanın verdiği yeni problemin hesaplarını inadına yanlış yapıyordum her seferinde. Bir önceki gün tişörtümü ters giymişim ama farkına gece yarısı soyunurken varmıştım. Sonra da, bütün gün ben bunu nasıl görmedim diye yadırgamıştım kendimi. Hesaplardan da böyle bir şey çıkacaktı, emindim. Belki de gün gelecek kimsenin açıklayamadığı o gözlemin arkasını dolduracak teorilerim, ama yine de dört ile beşi topladıktan sonra sekiz ya da ne bileyim on yazacağım. Hem de tahtada. Neyse, telefonu düşürdüm. Ekran çatladı. Dokunmatiği hasar gördü. Görmese öyle kullanırdım. Olmadı.

Telefon her düştüğünde o ekran öyle çatlamaz. Yatar pozisyonda düşseydi hiçbir şeycik olmazdı, ama tepesi özel bir açıyla çarptı yere. Ekran paramparça oldu. Canım sıkıldı. Halbuki o gün tişörtü düz giymiştim. Keşke ters giyseydim. Zaten babamdan para almamak için bin dereden su getiriyorum. O para birikmeyecek. Orijinal ekranı beş yüz liraya yaparlarmış. Efendim?

Tabi ki de yalancı ekrandan yaptırdım. Ne fark edebilir ki dedim. Belki biraz daha fazla batarya yer, şarjı az giderdi. Zaten ikinci eldi, garantisi yoktu. Yalancı mı gerçek mi kimse anlamaz, dedi telefoncu. Düzgün çalışsın yeter.

Çalıştı da, tek bir kusurla. Zaman zaman telefonun belirli bölgelerindeki pikseller görünür hale gelmeye başladı. Ne mi diyorum? Bu saçmalığı anlatabilmek için beynimin ücra köşelerini nasıl da zorladığımı bilemezsiniz. Bir ekran bir sürü pikselden oluşur ve bir görüntünün ekrana yansıtılması demek her pikselin sıfır ile iki yüz elli altı arasındaki bir renk koduyla kodlanmış olması demek. Yani aslında ekranda gördüğünüz yan yana bazı renklerden ibaret ama beynimiz de harika bir işlemci nihayetinde. Eğer ekranı oluşturan pikseller birbirine belirli bir uzaklıktan daha yakın yerleştirilirse beyin iki pikselin arasını doldurur ve voila! Görüntünün asıl nedeni olan bu ufak noktaları görmeden büyük resmi seyretmeye odaklanabilirsiniz. Benim ekranımın bazı pikselleri yüksek ihtimalle sorunluydu ve belirli renk kodlarını istenen renkte veremiyor, beyaza kaçıyordu. Dolayısıyla ekrandaki bir hatadan dolayı piksellerin varlığı ortaya çıkıyordu.

Sorun değildi, işleyişi engellemiyordu. Hatta durup dururken pikselleri görüyor olmak hoşuma gitmişti. Bana düzene karşı çıkan bireycileri anımsatıyordu. Bu pikseller kendilerine emredilenleri yerine getirmiyorlar ve tam da bu yüzden var oluyorlardı. Ya hepsi böyle başına buyruk davransaydı, o zaman ne yapardım? Basit, telefoncuya gider, yapamamışsın bir daha dene derdim. Ama yirmi, otuz tanesinin asi davranışları mekanizmayı bozmaya yetmiyordu ve bu romantik başkaldırış beni sadece gülümsetiyordu. Onları seviyordum. Bu ayrık duruşlarına rağmen kullanıcı tarafından sempatiyle karşılanmak onları sinirlendirdi mi, bilmiyorum. Ama umarım bir gün bunun nedeninin sistemi bozabilecek kalabalığa ulaşamadıkları için olduğunu anlayacaklar. Ve elbette, devrim sonucu yok olacaklar.

Hesabı bitirdim. O sabah kalktığımda bulduğum sonuçlar üzerine bir kez daha düşünürken acı kahvemin tadını duyumsadım. Şekersiz ve sütsüz. San Francisco’daki barista, no sugar no milk, dediğimde Avrupa’dan mı geliyorsun, diye sormuştu. Burada kimse böyle içmez. Evet, Avrupa’dan geliyorum. Masanın üzerindeki hesaplara göz gezdirdim bir kez daha. Hayır, bu sefer hata hesaplarda değildi. Bir süre bakakaldım kağıtlara. Aslında kağıtlara bakmıyordum, uzayın ta kendisine bakıyordum. Gözlerimin önünde kendisine verilen emirleri yerine getirmeyen asilere bakıyordum. Telefon ekranında değil, sanki havada asılı kalmış beyaza çalan yanıp sönen parlak noktacıklara. Evrenin piksellerine.

Hata hesaplarda değildi, hata evrenin piksellerindeydi bu sefer. Dijital evrenin varlığını bana çıtlatan bu bozulmuş piksellerdeydi. Gözlerimi kırpmamalıyım, ya yok olurlarsa? Evren sürekli bir hata algoritması çalıştırıyor olmalı, birazdan bu asilerin kafasını kesecek ve ben eski ilizyona geri döneceğim. Belki de bu korkusuz pikseller doğru insanı bulabilmek için ne kadar çok beklemişlerdi ve şimdi bana göz kırpıyorlardı. Büyük resmin ötesine geç, diyorlardı. Tüm gördükleriniz, duyduklarınız, dokunduklarınız, hissettikleriniz, aşık olduğunuz adam, aklınızda canlanan bir kare, elmaya atılan bir diş, göz yaşınız, öfkeniz, parmaklarınız, uğurlu kaleminiz, martının sesi, denizin parıltısı, dudaklarınızdaki öpücük, kulaklarınızdaki melodi, teninizdeki yabancı koku. Her şey piksellerin bir oyunu.


Siz piksellerin bir oyunusunuz. Ölümse piksellerin devrimi.

23 Nisan 2016 Cumartesi

baba

Şimdi güvendeyiz. Çocuk yanımda. O korkunç yaratığın çocuğu ele geçirmesine izin veremezdim. Anlıyor musun? Kendimi tehlikeye attım, bunun farkındayım. Beni arıyor olmalı. O anı hatırlamak bile istemiyorum, ama gözlerimi kırptığım her an kare kare hücum ediyor yaşadıklarım aklıma. Şimdi ufak bir sokak arasında, gözden uzaktayız. Çocuk yanımda, kafası kucağımda, uyuyor. Bense uyuyamıyorum.

Yaratıkla karşı karşıya geldiğim her anı tekrar tekrar yaşıyorum, sanki kafamda yarısı yanmış bir film yorulmaksızın oynuyormuş gibi. O korkunç anlar gözlerimin önünden gitmiyor, ama öncesine dair hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Gözlerimi açtığımda kendimi yere yığılmış buldum. Toprak kokusu burnumu doldurmuştu. Yer yer yabani otların büyüdüğü bir toprağın üzerine serilip kalmıştım. Gecenin bir yarısı olmalıydı. Düşünce sırt kaslarımı incitmiş olmalıyım. Doğrulmaya çalıştığımda inanılmaz bir ağrı sırtıma saplandı. Acıyla inledim ve bir süre gözlerim açık halde uzandım olduğum yerde. Hiç ses yoktu etrafta. Hatırlamaya çalıştım ne olduğunu, nasıl olduğunu. Bomboş bir sayfaydı sanki aklım. Her yüklemeye çalıştığımda hata veren bir tarayıcı sayfası. Sonra bir çığlık doldurdu kulaklarımı. Minik bir bedene aitti sanki bu çığlık. Tanıdık bir tını vardı çığlıkta ama hiçbir şeyi çağrıştırmıyordu bana. Sanki aklımdaki bomboş sayfadan bana ulaşabilen tek şeydi bu tını. Çığlık yorulmuş bedenimi harekete geçirdi, doğruldum. Etrafıma baktım merakla. Kapkaranlıktı. Ay varsa da bulutların arkasına saklanmış olmalıydı. Dinlemeye çalıştım. Fısıltılar mırın kırın süzüldü kulaklarımdan içeri. Bir şey toprağın üzerinde sürünüyor olmalıydı. Ya merakım kas ağrılarıma ağır basmıştı ya da kas ağrılarım bu ufacık süre içerisinde yok olup gitmişti. Hangisi bilmiyorum, tek hatırladığım artık onları hissetmediğim ve ayağa kalktığımdı. Sürünme sesine doğru ilerledim. “Kim var orada?” Sesimi ilk defa duymuş gibi irkildim. Kendi sesim bile bana bu kadar yabancıyken, bu çığlık neden tanıdıktı? Yere sürtünen şey her neyse, durdu ve kısa bir sessizliğin arkasına yapışmış hıçkırıklar kulaklarıma ulaştı. Sinirlendiğimi hissediyordum. “Ne oluyor orada?” Kontrolsüz bir şekilde kükrediğimi duyumsadım. Bu ses, benim sesim miydi? Hıçkırıklarla karışık çığlıkların geldiği bedenden cılız bir ses yükseldi, “Baba, buradayım!”

Baba kimdi? Ben miydim? Hala bilmiyorum. Tek bildiğim, yardım etmem gerektiğiydi. Öfkeyle ileri atıldım. Ayağım sanki bir ağaç köküne çarptı, yere kapaklandım. Bir kahkaha doldu kulaklarıma. Tiz bir kahkaha. Ayağa kalkmaya çabaladım. Ağaç kökleri hareket ediyordu, etrafımı sarıyordu. Tüm gücümle ittim yerden yükselen ve beni ele geçirmeye çalışan kökleri. Kızmıştım. Kökler bunu anlamış olmalı, duraksadılar. Tuhaf bir sessizlik çöktü üzerimize. Anlamaya çalıştım, ya da belki de hatırlamaya. Bu bir kâbus muydu? Köklerden birinin bacağıma yapıştığını hissettim o anda. Kendime geldim ve öfkeyle bacağıma dolanan kökü kavradım. İçimde alevlenen kızgınlığı ellerimle üzerine boşalttım, gevşemek zorunda kaldı. Neden bu kadar öfkeli hissediyordum? Kafam karışıktı. O, bu hislerimin hepsini seziyordu, biliyordum. Geri çekildi. Yine o tuhaf hareketsizlik sardı etrafımı. Sonra çocuğu gördüm. Bana doğru koştu ve kaskatı bedenime sarıldı. “Korkuyorum, baba.”

Çocuğu kucağıma aldım hızlıca ve kaçmak için hamle yaptım. Tıslaması kulaklarımı doldurdu. Arkamdan mı geliyordu? Umursamadım, koştum. Yirmi metre uzağımdaki gri binaya doğru panikle ilerledim. Tıslamasını daha derinden duydum o zaman. İnliyordu, çığlık mı atıyordu? Ağlıyor muydu? Her ne yapıyorsa kulaklarımı tırmalıyordu. İşte yine öfkeleniyordum. Durdum, o da durdu. Arkamda. Hızlı hızlı soludum. Korku, telaş ve öfke birbirine karışmış, homojen bir çözelti şeklinde kanımla tüm vücuduma yayılmıştı. Arkamı döndüm, o iğrenç suratına baktım. Bir suratı olduğunu dahi bilmiyordum. Ama vardı işte ve o surat aklımdaki bembeyaz sayfayı uçuk pembe rengine boyuyordu. O surat bana bir şeyler çağrıştırıyordu. Binanın sokak lambalarından birinin cılız ışığı, üzerine düşmüştü yaratığın. Birkaç dakika önce beni sarmalamaya çalışan köklerini gördüm önümde. Dört taneydi, ağaç köklerinden çok ahtapot kollarını anımsatıyordu. Midem kalktı. Bir adım geri çekildim. Ondan iğrendiğimi fark etti, gözleri kısıldı. Çığlık attı suratıma doğru. Kükredim, zaten öfkeliydim. Sustu. Sessizce birbirimize baktık. Beni tanıyordu, bunu hissedebiliyordum. Peki ama bu yaratık beni nereden tanıyordu ve ben onu neden hatırlayamıyordum? Dört kökünün çıktığı bir bedeni vardı, insan teni renginde. Bedeni çırılçıplaktı, ufak göğüsleri sallanıyordu köklerinin üzerinde durmaya çalıştıkça. İncecik bir boynun üzerinde yaralı bir surat taşıyordu. Sarmaşık rengi gözlerinin içinde çizgi gibi bir iris parıldıyor ve öfkeyle sarsılan bedenime merhamet tohumları ekiyordu. Gözlerinin etrafı gece kadar siyahtı, aynı suratında yer yer kabuk bağlamış yaralar gibi. Kafatasının birkaç yerinde bitmiş kopuk saç yığınlarını saymazsak, keldi aynı zamanda. Onu süzdüğüm o birkaç saniye sonunda karşımda inlemesiyle kendime geldim. Köklerini bana doğru uzattı, çocuğu almak istiyordu. Sert bir el hamlesiyle iki kökünü de yere yapıştırdım. Bir çığlık yükseldi gökyüzüne, gözleri büyüdü nefretle. Tısladı, ama bu seferki tıslamasının ardında kelimeler gizliydi sanki. Demek istediği bir şeyler vardı belki de ama konuşamıyordu. Konuşma yetisi mi kaybolmuştu? Birkaç saniye kıpkırmızı dudaklarını çaresizce kıpırdattı. Tek duyduğum katlanılamaz bir homurtuydu. O kadar iğrençti ki, acıyla bakan gözlerinin içimde yarattığı merhamet duygusu ona duyduğum öfke altında ezilip yok oluyordu. Her şey bu kadar yabancıyken bana, kollarımdaki çocuk, içimi kasıp kavuran öfke ve onun gözlerindeki acı bir araya geliyor ve bomboş aklımda kıvılcımlara neden oluyordu. Sabırsızca soludum. O ise bir kez daha inledi ve kendini yere attı. Konuşmaya çalışıyor ama sadece tıslıyordu. Zayıf düştüğü bu andan yararlanıp gözden kaybolmalıydım. Geri geri adım atmaya başladım. Yere bakan suratını kaldırdı aniden. Fark etmişti. Sezgileri vahşi bir hayvan kadar keskindi. Sessizce bir çocuğa bir bana baktı, ben uzaklaşırken. Kıpırdamadı bile. Dudaklarında insani bir tebessüm oluştu. Yüzünün tüm yabancılığına rağmen, o incecik gülümseme tanımlayamadığım bir duyguyu uyandırdı içimde. Son bir kez tısladı. Korkunç bir sözcük tıslamasıyla kulağıma yapışıp kaldı, “hatırlamıyorsun”.

Arkamı dönüp koşmaya başladım. Evet, hatırlamıyordum.

*

“Bir kız var bağırıyor. Avazı çıktığı kadar. Yukarıdaki pencereden. Ona bakıyorum. Bana bakıyor. Yardım istiyor. Ağlıyor. Bana görevimi veren adamın bakışlarını hatırlıyorum. Ne yaparsan yap o odaya çıkma. O odada hoş şeyler olmuyor. Burada kal ve radyoyla ilgilen. Senin işin bu sorunu çözmek. Bu radyonun nasıl çalıştığını anlamak. Kafamı sallıyorum adama. Radyoya eğiliyorum, duymamaya çalışıyorum kızın çığlıklarını. Adam gidiyor. Şimdi sadece ben, radyo ve kız var. Dayanamıyorum, yine bakıyorum o kapkaranlık odadan sızan hüzne, dehşete, korkuya. Kızın çığlıkları kulaklarımda. Neden susmuyor? Kızı görüyorum yine, sanki odadaki birinden kaçarcasına pencereye çıkmış ve bana bakıyor yalvaran gözlerle. Saçları iki yandan toplanmış. Kırmızı lastik tokalarla. Koyu renkli saçları ve teni bembeyaz. Üzerinde şeker pembesi, tatlı bir elbise. Ne olur bana yardım et, diyor. Korkuyorum, diyor. Korkuyorum. Ben de korkuyorum. Titriyorum. Neden susmuyor? Dayanamıyorum bu baskıya. Arkamı dönüyorum. Kızdan ve karanlık pencereden uzaklaşmaya çalışıyorum. Ama biliyorum, o odada ne olduğunu merak ediyorum. Görüntüsünün bile gönlüme dehşet saldığı bu odaya ne hissedersem hissedeyim, ne kadar rahatsız olursam olayım bir gün gideceğimi biliyorum.”

Uyandım. Sadece bir kâbus. İrkilmiş olmalıyım, kollarımda uzanan çocuk da uyandı benimle beraber. Sabah olmuş. Gökyüzü bembeyaz, ama hava sıcak ve nemli. Nefes alışverişim normale döndü. Çocuğa gülümsedim. Dişlerini göstere göstere gülümsedi bana. Gözlerinin rengi bir şeyler çağrıştırdı ansızın. Hatırlamaya çalıştım. İşe yaramadı. Önemli değil, şimdi yola koyulmamız lazım. Yiyecek bir şeyler bulmalıyız. Ayağa kalktık, elini sıkı sıkı tuttum çocuğun. Geceyi geçirdiğimiz çıkmazdan sessiz sokağa çıktık. Etrafımız devasa binalarla çevrili. Büyük bir yerleşim yeri burası, ama bana hiçbir şey hatırlatmıyor. Öylece baktım paralel sokaklara. Çok geçmedi, çocuk elimi çekiştirmeye başladı. “Sosyal merkeze gidelim, baba. Orada yemek bulabiliriz.” Düşünceli gözlerimi ona diktim. “Sosyal merkez, baba. Beni hep götürdüğün yer.” Onu hep götürdüğüm bir lokanta vardı demek. Gözlerimi kaçırdım ufacık ela gözlerinden, onu hatırlamadığımı fark etmesin diye. Zoraki bir gülümsemeyle kasıldı yüz hatlarım. “Nasıl gideceğimizi biliyor musun? Babanın aklı karışık, hatırlayamıyor.” Gülmeye başladı. Oyun sanmıştı bunu sanırım. Neşe dolu bir çığlık attı. “Evet biliyorum. Bu taraftan.” Elimi tuttu ve beni arkasından sürükledi.

*

Camdan, kocaman başka bir binaydı sosyal merkez. Sayamadığım kadar bir sürü katı vardı ve tüm katlar ortak bir avluya bakıyordu. Güneş ışınları cam çatıdan içeri dalıyor ve zemini aydınlatıyordu. Bizi aydınlatıyordu. Çocuğa baktım. Gözleri yeşil yeşil parlıyordu şimdi. “Hadi bizi yemek yemek istediğin yere götür.” Oyuna devam ediyor olmak hoşuna gitmişti. Gülümsemeye devam etti ve beraber birkaç metre ötedeki bir lokantaya girdik. Boş bir masaya oturdu hemen. Yavaşça karşısındaki sandalyeye gömüldüm. Çoktan yiyecek listesini incelemeye başlamıştı. Ufacık kafası listenin arkasında kaybolmuştu. Bu çocuk neden bu kadar önemliydi benim için? Ben kimdim? Yaratık bizi arıyor muydu? “Bugün yumurta yemesem?” Gözleri listenin üzerinden merakla bana bakıyordu. “Olur.” Kıkırdadı. Listeyi masaya yapıştırdı. “Ne yiyeceğime karar verdim o zaman.” Bir garson bitiverdi yanımızda. “Nutellalı ekmek, çikolatalı süt.” Garson bana dikti bakışlarını onay beklercesine. Hızlı hızlı kafamı salladım. “Bana da sıcak bir içecek getirebilir misin? Ne olduğu fark etmez.” Garson gözden kayboldu.
“Annem nerede, baba?” Bu soruyu bir kez daha sormuştu daha önce. Dün gece, yaratıktan yeterince uzaklaştığımızda ve geceyi geçirecek güvenli bir sokak bulduğumuzda ansızın soğuk su gibi yüzüme çarpmıştı bu soru. Anlamamıştım. Uyumasını söylemiştim. Diretmemişti. Demek ki anneyi unutmamıştı. Gözlerimi kaçırdım ve mırıldandım, “bilmiyorum.” Cevap vermedi. O sırada çokokremi, birkaç dilim ekmek ve sütle beraber masamıza servis edildi. İyi zamanlama. Şimdi tekrar gülümsüyor. Bardağım sıcacık. Bir yudum aldım içindeki sıvıdan. İçim ısındı. Lokantanın kapısında bir adam ve iki kadın dikilmiş, bana bakıyorlar. Neden? Bakışlarına karşılık veriyorum. Gülümsüyorlar. Şimdi bize yaklaşıyorlar. Kim bunlar?

Adam iri yarı, açık renk saçları var. Yüzü benimkinden daha beyaz. Sağ kolunu saran dövme ilgimi çekti. Birkaç saniye gözüm o dövmeye takılmış olmalı. “Naber Doğu?” Doğu mu? İsmim bu olmalı. Bir yandan da omzumu sıvazlamıştı. Karşılık vermeye çalıştım adını bilmediğim bu adama, “İyiyim, sen?” Kafasını salladı, dudaklarını büktü hafiften. Bu sanırım iyiyim demek anlamına geliyordu. Yanımdaki sandalyeye çöktü. Yanında gelen iki kadın da esmerdi. Birbirlerine benziyorlardı. Gözlerinde telaş vardı. Biri çocuğun yanağını sıktı, diğeri de çocuğa sarıldı. “Nasılsın Ege’cim?” Çocuk gülümsedi, “Babam bugün yumurtasız kahvaltıya izin verdi, Toprak.” Bir yandan da üzerine bol bol çokokrem sürdüğü ekmeğini ağzına sokmaya çalışıyordu.
Ege. Ne güzel bir isim. Gözlerim narin ellerinde gezindi çocuğun. Sessizce onu izledim. Bu çocukla olan bağlantım neydi? Yaratığın bu bağlantıdaki rolü ne? Düşüncelerime dalmışken yanımdaki adam kulağıma doğru eğildi, “Konuşmamız gereken bir şey var. Ege’yi dışarıdaki çocuk parkına gönder.” Kaşlarım çatıldı. Olmaz, çocuğu yalnız bırakamam. Yaratık her an gelebilir. Kafamı hayır anlamında salladım, “ne söyleyeceksen söyle.” Suratından hafif bir sorgulama ifadesi geçti. “Dün geceyi biliyorum. Konuşmamız gerek. Hadi.”

Dün gece. Yaratık. Bu adam yaratığı nereden biliyor olabilir? Nefes alışverişim hızlanmış olmalı. O tanıdık öfke yükseliyor içimde. Dizginlemem lazım. Kadınlara baktım. Gözleri hala endişeli bakıyorlar bana. Sonra çocuğa, yani Ege’ye kaydı bakışlarım. Ekmeğini ve sütünü bitirmiş, dikkati dışarıdaki oyun parkına kaymıştı. “Başka bir şey yemek istiyor musun, Ege?” Kafasını hayır anlamında salladı. “Belki süt içebilirim.” Onun için süt isteyeceğimi, bu sırada kendisinin de dışarıdaki oyun parkında beş dakika, sadece beş dakika oynayabileceğini söyledim. Neşelendi. Zıplayarak ayağa kalktı ve beni yanağımdan öpüp dışarıya koştu. Arkasından baktım birkaç saniye.

“Evine gittik bugün sabah.” Konuşan, kadınlardan biriydi. Buğday tenli olan. Hepsi bana bakıyordu şimdi, merakla. Ses çıkartmadım. Sözüne devam etmek zorunda kaldı buğday tenli. “Dönüşümü tamamlanmış, Ege.” Boş gözlerle bakmaya devam ettim kadına. Ne dönüşümünden bahsediyorlardı? “Karın, Ege. Doğa. Bodrum kattaydı, eminim. Tıslamalar duydum. Aşağı inemeyecek kadar korkmuştum, özellikle de sizi etrafta göremeyince. Kendimi dışarı attım.” Diğeri konuşmaya başladı hemen ardından. “Ama siz iyisiniz, sevindik.” Evet diye kafamı sallayabilecek gücüm bile kalmamıştı. Yaratık benim karım mıydı? Yaratıkla aynı evde mi yaşıyordum? Yaratık Ege’nin anne dediği kişi miydi? Sorular dinmek bilmiyordu kafamda. “Siz yaratıktan bahsediyorsunuz.” Üçü telaş ve kaygı dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Adam eliyle yavaşça omzumu ovdu, “iyi misin abi?”

Başımı ellerimin arasına aldım ve uzun bir iç çektim. Sonra da kaygılı gözlerle nedense pek samimi bulduğum bu adamın suratına baktım. “Dün geceden öncesini hatırlamıyorum. Yere düştüğümde kafamı vurmuş olabilirim ve sanırım bu yüzden hafızamı kaybettim.” Sessizlik çöktü masaya. Aceleyle ekledim, “çocuğa söylemeyin.”

Adam biraz çekinerek konuşmaya başladı, “bizi hatırlamıyor musun Doğu?” Hatırlamadığımı kaç kere söylemem gerekiyordu acaba. “Siz söyleyene kadar adımı bile bilmiyordum,” diye cevap verdim. Yeterli oldu sanırım, üstüme daha fazla gelmediler. Adamın yutkunma sesini duydum kulaklarımda. “Doğa senin eşin. Ege ise oğlun. Sen bir genetik mühendisisin, Doğa ise kimya profesörü. Evinizin alt katı bir laboratuvar. Senelerce insanlar üzerine yasal olmayan deneyler yaptığınız gizli bir laboratuvar. Ege’nin bunlardan haberi yok. Hatırlıyor musun bunları?”

Kafamı hayır anlamında salladım. İkide bir hatırlıyor musun, diye sorması beni öfkelendiriyordu. Öfke ise bana yaratığı anımsatıyordu. Tıslamasını, gözlerindeki acıyı ve insani tebessümünü. Öfkelenmemeliydim. “Neden insanlar üzerine deney yapıyordum?”

“İnsanın genetik haritası biliniyor, fakat her genin ne işe yaradığını, hangi hastalıklarla bağlantılı olduğunu bilmiyoruz. Bak sen önemli bir keşif yaptın.” Gülmeye başladı. Hiç de komik değildi. Gülümsemediğimi görünce sustu ve tekrar omzumu sıvazladı, “hafıza kaybın geçici olmalı. İyi olacaksın abi, eminim.” İyi olmak mı? Yaratığı, yaratık haline getiren sebep benken nasıl iyi olabilirim ki? “Anlatmaya devam et.”

“Her bir genin bedende bir rolü vardır. Sen alakasız olduğu düşünülen birçok genin kolektif olarak çalışarak vücuda etki yapabileceğini gösterdin. Bunun adına da genlerin kolektif davranışı dedin, aynı birçok atomun bir araya geldiğinde kolektif davranışlarının bireysel davranışlarına ağır basması ve çok atomlu sistem dinamiğinin tek bir atomun dinamiğinden tamamen farklılaşması gibi.”

“Sen bunları nereden biliyorsun peki?” Sakin bir gülümseme yayıldı toparlak suratına. Keşke sürekli içimi kavuran bu öfkenin bir kısmını ona aktarabilseydim. “Ben de genetik mühendisiyim. Senin en yakın arkadaşınım, Doğu. Adım Serin.” Kadınları gösterdi eliyle. Buğday tenli olan karısıydı, adı Bilge. Fizikçiymiş. Diğeri ise Bilge’nin kardeşi, Doğa’nın yakın arkadaşı Toprak. O da kimyacıymış. Umurumda bile değil. “Neden insanlar üzerine deney yapıyorduk? Hala söylemedin.”

Bir gürültü koptu ansızın. Ne oluyor? Ege’yi bulmalıyım. Kulaklarım hiçbir şey duymaz, gözlerim bir şey görmez oldu. Aceleyle dışarı fırladım. Ege yok. Birkaç dakika önce oyun parkında oynadığını gördüğüm çocuk yer yarıldı da yerin içine girdi sanki. Etraf birbirine karışmış. İnsanlar çığlıklar atarak kaçışıyorlardı. Ne oluyor? Serin yanımda bitiverdi, diğer ikisiyle. Gözleri kocaman açılmış, hayretle bakıyordu kargaşaya. “Demek başladı.”
Telaşla baktım ona. “Ne başladı?”
Her şey sessizleşti aklımda, tüm dikkatim bu tuhaf adamın dudaklarına kaydı. Dudaklarını ısırıyordu dişlek dişleriyle. Dudaklarındaki hafif ıslaklık ışık altında parlıyordu. Ne başladı, lanet olası herif, söyle. Bana baktı çaresiz gözleriyle ve mırıldandı, “Dönüşüm. Dönüşenler şehri almaya hazırlar.”

Sadece baktım ona. Dedikleri hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bu deli adam, bir sürü yaratığın var olduğundan mı bahsediyordu? Omuzlarından tuttum onu, sarstım, sanırım yine öfkeyle. Neden bu kadar öfkeli hissediyorum? Kendine geldi, gözlerini bir korku dalgası yaladı adeta. Dudakları kurumuştu, diliyle hafifçe ıslattı yine dudaklarını ve zorlanarak da olsa ellerimden kurtulmayı başardı. “Gitmemiz lazım abi, saklanmalıyız.” Koşmaya başladı Serin, kadınlar da arkasından. Gidemezdim, Ege’yi bulmalıydım. Diğer insanların arasına katıldım ve deliler gibi koşmaya başladım. Ama yoktu, hiçbir yerde yoktu. Hiç yalnız bırakmamalıydım onu, yaratık gelip almış olmalı. O kadın.

Çocuğu bulamayacağımı fark edince etrafımdaki kargaşanın daha bir farkına vardım. Her yerdeydiler. Bambaşkaydılar. Her birinin farklı bir özelliği vardı. Hiçbiri dünkü yaratığa benzemiyordu. Ama hepsinin görünüşünden bir çeşit yaratık oldukları seçilebiliyordu. Bunların hepsinin sorumlusu ben miydim? Neden hatırlamıyordum? Düşünceler içinde etrafımı izlerken yaratıklardan birinin bir çocuğa saldırdığını gördüm. İşte yine öfkeleniyorum. Öfke tüm bedenimi ele geçiriyordu. Dayanamıyordum, karşı koyamıyordum. Öfke bana hükmediyordu, beni kontrol ediyordu. Ben öfke oluyordum, öfke ise ben oluyordu. Ayrılamaz bir parçamdı sanki. Kafamda durmak bilmeden çalan bu saykodelik sesler güçleniyordu ve öfke benimle besleniyordu. Ardından hatırladığım tek şey yaratığı çocuğun üstünden çekip almam ve onu kalın ellerimle acımasızca boğuşumdu. Öldü. Fırlatıp attım onu bir kenara. Çocuğu boynundan ısırmıştı. Yeni bir yaratık doğuyor olmalı. Koşmaya başladım. Ama daha çok uçuyor gibi hissediyordum. Arkamdan bir el omzuma dokundu. Öfkeyle kenara ittim eli, yere kapaklandı başka bir yaratık. Bana bakıp gülüyordu. Sinir ediciydi, ellerimi yaralarla dolu boğazına dayadım. Gülmeye devam etti ama birkaç sözcük kulağıma çalındı kıpkırmızı dudaklarından geçip gelen. “Sen de bizdensin. Sen de bir yaratıksın, görmüyor musun dostum?” Onu öldürmeme ramak kalmıştı, kahkaha atmaya devam ediyordu. “Yoksa nasıl bu kadar güçlü olabilirsin ki? Yoksa nasıl oradan oraya uçabilirsin ki, söylesene dostum.” Öfke. Durduramadığım yeni bir öfke seline dönüşüyordum adım adım. Yaratığı bıraktım. Gülmeye devam etti. Koşmaya başladım, öfkemden başka hiçbir şeyi gözüm görmeyinceye kadar sadece koştum. Ya da belki de uçuyordum. Yaratık haklı olabilir miydi?

*

Kendime geldiğimde ıssız bir mahallede, kargaşadan uzaktım. Öfke dinmişti. Öfke beni serbest bırakmıştı. Bir ağacın altına kıvrıldım, kollarımla bedenimi sardım. Üşüyordum. Korkuyordum. Ama kimden? Korkacak biri varsa, o da bendim. Kendimden korkmalıydım, ya da öfkeden. Ben bir canavar mıydım? Onlara benzemiyordum. İnsan gibi duruyordum. Peki ama beni bir yaratığı ellerimle boğazlayabilecek kadar güçlü yapan o öfke krizleri de neyin nesiydi? Kendimi neye dönüştürmüştüm? Hafızamı özellikle mi silmiştim? Ben neydim? Bir insan mı, yoksa bir yaratık mı? Belki de her ikisi birden. Nefes al, nefes ver, düzenli. Sen bir yaratık olamazsın. Sen onlara ait hissetmiyorsun. Onları saniyeler içinde öldürebiliyorsun. Öfke tüm bedenini kaplasa da hala dokunamadığı bir yer var, biliyorsun. Tebessümü gören, acıyı hisseden, sevmeyi bilen bir taraf var hala içinde bir yerde. Ona sarılmak zorundasın, onu hatırlamalısın. Seni yok etmelerine izin veremezsin. Öfkenin seni tanımlamasına izin veremezsin, ya da acının.

Yaratık ya da insan olmak. Senin elinde.