Işıklar Olmadığında öykü serisi Başka Peron dergisinde yayınlanmıştır.
“Ben kimim bilmiyorum.
Her yolculuk heyecanlıdır, çünkü sonu belirsizdir. Nasıl bilebilirdim ki
sonunda kendimi kaybedeceğimi? Aklımda başka dilde bir insan var artık. Benden
izinsiz konuşuyor, aklıma gelebilecek her şey hakkında. Duyguları var. Âşık
oluyor. Kendi düşünceleri var. Teoriler kuruyor. Onun yaşadıklarıyla dolu bir
hafızam var. Benim için kafamı dolduran tüm bu yabancı dünya bir çeviriden
ibaret. Ucuz, sahte bir çeviri.” diye yazıverdi defterine. Ana dilinde
kendisine konuşan tek kişiydi günlüğü, memleketine ait tek arkadaşı.
Pencereden dışarı dikti gözlerini. Kapkaranlık bir gece ve
camın yansımasında kendi masasının üzerinde duran mum yığınının ufacık
alevlerinden başka hiçbir şey göremedi. Zaten görmeyi de ummuyordu. ‘Gerçi bir de yüzüm’, dedi, ‘bu cılız ışık el verdiğince’. Uzun uzun
baktı kahverengi gözlerini görebilmek için yansımasında, ama görebildiği tek
şey bir çift kara çukurdu. Arkasına yaslandı. En azından sandalyesi hala son
teknoloji ürünü olan ergonomik bir SC27’ydi. Her şey başlamadan ve stoklar tükenmeden önce geriye kalan nadir
SC27’lerden bir taneydi. Kurduğu her kısa süreli yeni hayatta lüksünden
vazgeçemeyeceği birkaç şeyden biri çalışma masasının sandalyesiydi. Hayatının büyük
bir kısmını onun üzerinde geçirdiğini düşündükçe bunun hiç de fena bir yatırım
olmadığının farkındaydı. Üzerine oturulduğunda bedenin şeklini alıyor ve
özellikle sürekli dik durması gereken sırtı destekliyordu. Ayrıca devamlı
klavye üzerinde çalışması gereken elleri biraz olsun rahatlatmak adına kollar
için de masa boyuna ayarlı ikincil destekler çıkıyordu. ‘Tabi’, deyip duraksadı bir an, ‘artık
klavye değil de, kalem-kâğıt’, diye düzeltti kendini. Sonra romantik bir
düşünce dünyasına dalıverdi. ‘En azından
artık Newton’ı, Galile’yi daha iyi anlıyorum sanki’, diye kendi kendine
söylendi. Üzerine de acı bir kahkaha patlattı. Newton’ın bir fonksiyonun
köklerini bulmak için diferansiyel analizden gelen nümerik hesabı geliştirme
sürecinde kaç tomar kâğıt kullanmış olabileceğini düşünmeye başladı. Adı
üzerinde nümerik hesaptı bir kere. Hesabını mutlaka belirli fonksiyonlar
üzerinde denemiş olmalıydı. ‘Mesela
türevinde köşe olan ve dolayısıyla ıraksayan mutlak değer fonksiyonu’, diye
mırıldandı. Adamı, algoritmayı kâğıt üzerinde el hızıyla koştururken hayal
etti. Newton gözünün önünde giderek hızlandı, hızlandı ve bir an duraksadı.
Geriye çekildi. Tahta iskemlesine yaslandı. Masasının üzerindeki incik cincik
denklemlerle dolu kâğıtlara göz gezdirdi. ‘Tanrı aşkına Ayzek!’, diye bağırdı
kendi kendine Newton, ‘ne kadar uğraşırsam uğraşayım, hesabım bu cehennemden
kaçıp gelmiş, cebrin yüz karası fonksiyonda çalışmayacak!’ Kafasında teatral
bir sahnede oynayan Newton’a dönüp gülümsedi, ‘Algoritmanda böcek [1]
var dostum, Ayzek.’ Newton ise yönetmenine dönüp aynen şöyle dedi, ‘Biliyor
musun, aslında bunu sezmiştim türevin süreksizliğinden. Ama içimdeki şeytan
yine de deneyerek görmemde ısrarcıydı.’
Ekin, Newton’a anlamlı bir bakış fırlattı. “Hep öyle derler,
Ayzek.”
***
Haftalardır
çalışıyoruz, hala problemin bir ölçüm yetersizliği olduğunu düşünüyorsunuz,
diye bağırmak istedi Ekin. Profesör Gorskey yeni deney düzeneklerinden bahsediyordu.
Tahta ve oval toplantı masası ülkenin en önemli teorik ve deneysel fizikçilerinden
birkaçını bir araya getirmişti. Olay
yaşandığından beri düzenlenen olağan fizik görüşmelerinden sıradan bir
tanesiydi. Ekin, karşısında oturan adama baktı. Profesör Levitov, diye içinden geçirdi, iki hafta önce izin alarak neredeyse
iki günlük araba yolculuğuyla Kolorado’daki ailesini görmeye gitmişti. Bugün
sabah Boston’a varabilmişti. Hemen yanında Profesör Chu sigarasını adeta
yiyordu. Geçen akşam yemeğinde onun aylardır Boston’a tıkılıp kalmış olmaktan
yakındığını hatırladı, Ekin. Kimisi günler alan uzun bir yolculukla, kimisi de şehir
merkezindeki mütevazı evinden çıkıp gelmişti Enstitü’ye. Boston’ın gözden ırak
bir köşesinde kurulan afeti anlamaya yönelik merkezde fizikçilere ayrılan
kısımda buluşmuşlardı.
Ekin, bir kol uzaklığında duran su dolu bardağına baktı.
Sonra da hafif kaykılıp sağ cebinden ufak ve beyaz bir hap kutusu çıkardı. Sol
avucuna minicik bir hap düştü kutudan ve hapı ağzına attı. Ardından bardağına
uzanarak birkaç yudum su içti. Toplantı başkanı Gorskey, on altı nisan 2016, dedi, haftalar
oldu, santraller artık neredeyse hiç çalışmıyor, mühendisler çaresiz, üretim hızı
yüz yıl kadar geriledi, okyanus ötesinde düşen hükümetlerin haberlerini
alıyoruz. Duraksadı, eliyle yüzünü yıkadı Gorskey. Mektupla. Kafasını salladı. Politikanın
bilim üzerindeki baskısı hiç bu kadar dayanılmaz olmamıştı. Ekin’in yanında
oturan Keats, kirli sakalının üzerinde gezdirdi parmaklarını. Belli ki
konuşacak, diye geçirdi Ekin içinden ama aslen Keats’in parmaklarının sakal
üzerinde çıkarttığı hışırtıya kaptırmıştı kendini. Sürtünme sesinin giderek tüm
odayı kapladığı hissine düştüğü an, hapın etkisini göstermeye başladığını
anlamıştı. En başından beri dediğim gibi
David, burada ölçümsel bir hata yok, olsaydı mühendisler çözebilirlerdi. Onlar
da aylardır, afet öncesinden beri daha optimize dinamolar geliştirmeye
çalışıyorlar, biliyorsun. Keats dudaklarını ıslattı ve sakin bir şekilde
devam etti.
Daha derin bir
problemle karşı karşıyayız. Bu sizin tüylerinizi diken diken ettiği kadar
benimkini de ediyor ama gerçekten Faraday yasasıyla ilgili bir sorun var.
Keats, Ekin’in danışmanıydı. On altı nisan 2015 diye bağırdı Ekin’in içine hapsolmuş yaratık, bugün buraya gelişinin yıl dönümü, kimliksiz.
Şimdi hap, içinde ikinci bir insan yaratmıştı. Önemli değil, dedi, hiç
eşittir çok. Ha iki kimlikli, ha kimliksiz. Yoktan var olmuş ikinci
kimliğinin gülümsediğini hissetti Ekin, şimdi ona sorular soracaktı.
"Buraya neden geldik, Ekin?"
"Araştırma yapmak için, biz bir fizikçiyiz. Keats
saygın bir kuantum enformasyon fizikçisi. Bizi projesine kabul etti, biz de
kilometrelerce uzaktan çalışmaya, keşfetmeye geldik."
"Yani mesele Faraday yasası falan değildi?"
Ekin, birinci kimliğinin güldüğünü duydu. Göz ucuyla Keats’e
baktı. Hapı aldığını fark etmesi sorun değildi. Danışmanı olarak yediği her
haltı zaten biliyordu. En azından dışarıdakiler birinci kimliğimin attığı
kahkahayı duydu mu diye bakmıştı. Neyse ki kimse duymamıştı.
"Biz Maxwell’in değil Keats’in çalışanıyız seni
beyinsiz. Bu devirde kim Faraday yasası üzerine çalışır ki? Biz evreni
enformasyon temelinde modellemeye çalışıyorduk. Sonra bir gece ansızın dünyamız
karardı."
"Bir kez daha anlatsana şu olayı. Yeni
dinleyicilerin var bak karşındalar, sana bakıyorlar."
Birinci kimliğinin elinde kahve dolu bir bardak belirdi.
Altında bir sandalye var oldu. Güneşli bir gündü, kuşların cıvıltısını duydu.
Seyircileri çimlere oturmuş, pür dikkat onu dinliyorlardı. Çoğu tanımadığı
bilime meraklı insanlardı, zaten o da afetten onlarca sene sonra sorunu çözmüş
bilim insanı olarak konuşuyordu. Ellerine baktı, evet buruşmuşlardı. Aynası
olsa saçlarının beyazladığını da görebilirdi. Artık yaşlanmıştı. Ama olsun,
afeti sonlandıracak formulasyonu geliştirmiş bir fizikçiydi o. İşe yaramıştı
yani, biraz. Şuraya birkaç tane de fizik
öğrencisi atalım, dedi birinci kimliği ve toy çocuklar belirdi ansızın
seyircileri arasında. Sonra fark etti ki sağ tarafta Avery de var. Kalp atışları
hızlandı. Ekin onu davet etmemişti, ama işte yine de gelmişti. Gözlerini
Avery’den kaçırdığı an bu sefer de sol tarafta oturan Deniz’e yakalandı.
Gözleri kocaman açıldı. Kalbi güm güm atmadı belki ama içi ısındı. Hafızası
Deniz’le adeta hayat buldu. Bu yüzü görmeyeli ne kadar oldu diye düşündü kendi
kendine. Uzun uzun baktı Deniz’e, sanki onu bir daha göremeyebilirmiş gibi
yüzünün ayrıntılarını bir kez daha okudu. Ne kadar okursa okusun ona
doyamadığını biliyordu. Sonra kafasını salladı dikkatini toplamak istermiş
gibi, anlatması gereken bir hikaye vardı.
"Çoğu insana değişim çok ani gelmişti. İşin
arkasını bilmeyenler için bir gün ışıklar varken öteki gün yok olmuştu. Ancak
detaylı bir inceleme bu ani değişimi biraz da olsa çeşitlendiriyordu. Aslında
ilk kesinti dalgası yaşanmadan önce, evet ilk dedim, çünkü geçişte elektrikler
birçok kez gidip gelmişti. Ne demiştim, evet ilk kesinti dalgası yaşanmadan
önce aslında zaten santrallerde elektrik verimi düşüşteydi. Mühendisler bunun
farkındaydı ve bu verim probleminin teknik bir arızadan kaynaklandığını
düşünüyorlardı. Yani bu ana kadar sorun ufak bir kesimin sorunu olmaktan öte
değildi. Tabii hiçbir mühendis Dünya’nın öte ucundaki mühendis meslektaşının da
aynı problemi yaşadığının farkında değildi. Kuzey Amerikalı mühendisler elbette
işbirliği yapıyorlardı, çünkü zaten bir kara parçası üzerindeki tüm elektrik
hatları birbirine bağlıdır. Yani, sadece tek bir santraldeki verimsizlik tüm
hattı etkiler. Ancak Küresel Kesinti’ye kadar problemin Kuzey Amerika hattına
özel olduğu sanılıyordu. Küresel Kesinti günü, yani Boston’a gelişimin onuncu
ayı bitmek üzereyken ilk kesinti dalgasını akşamüstü saat dörde doğru aldık.
Tipik bir kesintide nasıl hemen jeneratörler devreye girerse, benzer şekilde
aniden elektrikler geri geldi. Fakat bunun nedeni jeneratörler değildi. Problem
bizzat elektrik üretiminin anlık kesilmesi ve devam etmesinden kaynaklanıyordu.
Tüm Dünya adeta birkaç dakika boyunca elektriğin salınımına şahit oldu. Ardından
da jeneratörler devreye girdi, çünkü Küresel Kesinti tamamlanmıştı. Deprem gibi
bir şeydi aslen, sanki sanal bir elektrik fayı vardı da kırılmıştı, biraz
sallamıştı ve sonsuza kadar uykuya yatmıştı."
Ekin seyircilerinin arasında Keats’i gördü ve kaşlarını
çattı. Keats çoktan ölmüş olmalıydı. Tam o sırada danışmanının sesiyle hayal
dünyasından kopuverdi. Toplantı bitmişti, odada sadece kendisi ve başında
kendisine bakan Keats kalmıştı.
Analiz ne durumda,
Ekin? Ne sonuç aldın?
***
Hiç flüt çaldın mı,
Avery? Ekin içkisinden bir yudum aldı. Şehir merkezinde caz çalan bir barda
oturuyorlardı. Elektrik yok olunca caz barı tekrar tasarlamışlardı; şimdi bütün
masalarda mumlar yanıyor, barın duvarlarını meşalaler aydınlatıyordu. Flütistin
solosu kulaklarını doldurdu Ekin’in. Biraz önce saksafonla atışmışlardı. Şimdi tüm
odayı etkisi altına almaya çalışıyordu. Diğer enstrümanlar da bu atışmaya
sadece eşlik etmişlerdi. Avery kafasını hayır anlamında salladı.
Flüt çalanlar bilir, do
diyezin mutlak anlamsızlığını, diye mırıldandı Ekin. Loş odadaki karanlık
detaylarda gezdirdi gözlerini ve aslında kulaklarını şenlendiren müziğe ne
kadar uyduğunu düşündü bu doğal mum loşluğunun. Her sesin bir karakteri vardır ama do diyez. Do diyez tam bir
karaktersiz. Her ses bir taş gibi sağlamdır, kulağa çivilenir, orada kalır. Do
diyezse utanmadan havada asılı kalır, sağından vursan soluna gider, solundan
vursan sağına. Şekilsizdir, kimliksiz.
Do diyez kadar
anlamsızım, Avery.
Avery de bir fizikçiydi. Enstitü’de çalışan Weasley’nin
doktora sonrası araştırmacısıydı. Hocası da kendisi de afet öncesi Boston’daki
teknik üniversitede çalışıyorlardı. Ekin, Avery’yi afet sonrasında tanımıştı. Elektriklerin
medeniyeti yüz üstü bırakıp gittiği günün üzerinden yaklaşık bir hafta
geçtiğinde Boston’da olağanüstü bir fizik toplantısı düzenlenmişti. Washington
bizzat istemişti. Henüz fizikçilerin afet açıklamasında kendilerini sorumlu
hissetmedikleri zamandı. Genel kanı santrallerde bir sorun olduğu yönündeydi ve
herkes dört gözle sorunun giderilmesini bekliyordu, fizikçiler dahil.
Simulasyonlarım yarıda
kaldı, diye söylenerek toplantı arasında kahvesini alan Ekin’in yanına
gelmiş ve kendini tanıtmıştı. Hala kağıt
kalem kullanıyorum, diyerek gülümsemişti Ekin. Teorik fizikçiyim. Tüm bu anlar Ekin’in gözünün önünden hızlıca
birkaç kez geçti. Sonra karşısında kendisini müziğin akışına bırakmış olan
Avery’ye dikti gözlerini. Davul coşmuştu.
Ekin kontrolsüz bir şekilde elini cebine daldırdı ve hap
kutusunu aradı. Kapağını açıp avucuna ufak bir hap düşürmüştü ki Avery’nin
gözlerine yakalandı. Kafasını ne var dercesine salladı Avery’ye.
“Artık alma şu ilacı. İstediğin zaman limandan kalkan bir
gemiye binip ülkene geri dönebilirsin. Geri dönmek veya dönmemek senin elinde.”
“İşte tam bu nedenden dolayı hap almam gerekiyor.” Ekin
masadan kalktı ve uyuşuk uyuşuk lavaboya yöneldi.
Deniz’in ilk mektubu oldukça netti. Hayatlarının değiştiğini
yazmıştı. Ekin’e düzenli olarak ulaşamamak onu perişan etmişti. Mektup
çocukları değillerdi. Belki ancak bir kere mektup yazmışlardı koskocaman
hayatlarında ve bir kez bile mektup beklemenin sabırsızlığını yaşamamışlardı. Jeneratörlerin gücünün kalan son nefesimiz
olduğunu bilseydim, son zamanlarımızı seninle skype yaparak geçirirdim,
cümlesini hatırladı sevgilisinin. Buruk gülümsemesiyle ekşiyen yüzünü süzdü
aynadan Ekin. Kesinti süreci memleketinde yeterince iyi bir şekilde
yönetilememiş ve tüm Türkiye kesinti gününden itibaren elektrikten neredeyse
tamamen yoksun kalmıştı. Herkes elektriklerin canlanacağı günü beklemeye
başlamış, fakat bir-iki hafta sonunda bu umut giderek solmuş ve birçok insan
hala çalıştığı görülen jeneratörlere koşmuştu. Elbette onların da ömrü çok uzun
süreli olmamıştı. Tüm bu detayları Deniz’in mektuplarından öğrenmişti, Ekin.
Ekin’in de bir süredir kara kara düşündüğü bir soruna işaret
etmişti Deniz mektubunda. Sen gözlemi
ancak elektrik enerjisi yoluyla mümkün olan sistemlerin mekaniği üzerine
çalışıyorsun. Artık elektrikler olmadığına göre, çalıştığın teorileri
doğrulamanın bir yolu var mı? Yoktu. Deniz’e mektubunda bu soruya kısacık
ve naif bir ‘yok’ sözcüğünden ötesini
söyleyememişti. İstenilen herhangi bir an deneylenebilen teoriler üzerine
kurulmuş yüzyıllık bir bilgi birikimi herkesin gözü önünde çaresiz bir tuhaflık
içinde erişilemez hale gelmişti. Doğruluğunu daha önceden birçok kez kanıtladığınız
bir teoriyi şu anda kanıtlayamamak onu geçersiz kılar mıydı? Ama çalıştığım mekanizmalar hala işliyor
olmalı, sadece bunu deneyleyebilecek ekipmandan yoksun kaldık, diye
yazmıştı Ekin. Bu elektrik sorunu
çözüldüğü zaman tekrar parçacıkların kuantum dünyasına burnumuzu sokabileceğiz.
Orada her şey tıkırında çalışmaya devam ediyor!
Bir ay sonra eline ulaşan mektubu sabırsızlıkla açmıştı,
Ekin. Elinde tuttuğu hap kutusunu ceketinin cebine fırlattı ve pantolonunun
arka cebine sıkıştırdığı mektubu okudu bir kez daha. Yani ayın sen bakmadığında da orada durduğundan eminsin?, demişti
Deniz mizahi bir şekilde. Gözlem
yapamadığım sürece nasıl emin olabilirim ki?, diye fısıldadı Ekin kendi
kendine. İşte tam da bu sebepten dolayı bu elektrik problemi çözülmeliydi.
Sanki sadece santrallerin değil kendi zihninin de elektrikleri ansızın
kesilmişti ve kafasını günlerce aylarca meşgul etmiş ve eden onlarca soru
cevaplarından uzakta do diyez gibi anlamsız bir şekilde havada asılı kalmıştı. Deniz
ise mektubunu aksine epey anlamlı ve keskin bir şekilde bitirmişti. O zaman geri dönmenin vakti gelmedi mi?
***
Avery’den ayrıldıktan sonra evine geçti ve tahta masasının
başına oturdu. Masanın üzerine sıraladığı mumları teker teker yaktı çekmecede
sakladığı çakmakla ve gecenin karanlığında pencerenin camında hayat bulan
bezgin yüzünü süzdü uzun bir süre. Hayır
gelmedi, geri dönmenin vakti gelmedi, diye yazdı bomboş sayfanın başına. Olay günü telaşla bastığım fotoğrafların
hiçbir işe yaramıyor. Yüzünün hatlarını unutmaya başladım Deniz. Sesinin tınısı
çoktan yok oldu. Biliyorum, belki de yapmam gereken çok önce bir gemiye atlamak
ve memlekete geri dönmekti. Ama ortada uğraşmam gereken bir problem varken
gidemem. Bir süredir Keats odağını bu problemi çözmeye adadı ve ben de doğal
olarak bu araştırmanın ana parçalarından biriyim. Yanlış anlamanı istemem,
burada kalışım bir zorunluluk değil. Aksine istek. Bu basit bir elektrik
kesintisi problemi değil, Deniz. Bu doğal bir afet. Kesinti gerçekleştikten çok
kısa bir süre sonra, henüz kimse fizikçileri işe koşmamışken Keats araştırmaya
başlamıştı zaten. Bir teorimiz var ve aylardır hem deneyleri hem hesapları
üzerine çalışıyorum. Bir sonuca bu kadar yaklaşmışken çalışmamı bırakıp geri
dönemem.
Her yolculuk
heyecanlıdır, sonunda ne olacağını bilemediğin için heyecanlıdır. Bu yolculuğun
rüzgarı beklemediğim yönden esiyor ve beni hiç görmediğim diyarlara götürüyor,
sorularımı değiştiriyor. İçimdeki kaşif, aşığa ağır basıyor.
Kalemi bıraktı ve hap kutusunu cebinden çıkarttı. Sonra da
kutunun içinde kalan bütün hapları çöp kovasının içine boşalttı ve mumları
söndürdü.
[1] Böcek,
İngilizce ‘bug’ teriminin Türkçesi. Bug, yazılımcıların dilinde yazılan kodda
gözden kaçan bir hatayı temsil eder. Bu nedenle kod istenildiği gibi çalışmaz
ve böcekleri ayıklamak gerekir. (y.n.)