6 Temmuz 2014 Pazar

Kaybolan Şehir


Aşağıdaki fotoğraflar Murat Germen’in Mutamorfoz adlı çalışmasından alınmıştır. Bu bilimkurgu öyküsü, Germen’in fotoğraflarında açığa çıkardığı dünyanın bir hayal ürünü çalışmasıdır.







kaybolan şehir



“Tutturmuşsunuz cennet de cennet. Yok, altın kaplamalı köşkler, içinden bal akan nehirlermiş. İstemez. Bana bu dünya cennet. Keşke ölümsüz olsam da hep ama hep keşfetsem bu evreni. Bu da benim cennetim. Ama olmaz. Tanrı efendi, illa öldürecek bizi. Neden ölümsüz olmak için önce ölmemiz gerekiyor ki?”, diye yazdı defterine.

Yatağının üzerine bıraktığı sesi kısılmış telefonunun titreyişi çok derinden geliyordu. Gözlüğünü uyuşuk hareketlerle çıkarttı ve masaya koydu. Bulanık bir görüntüydü şimdi telefon onun için, aynı odasındaki sıkışmış ve büzüşmüş her şey gibi. Kimin aradığını biliyordu, umursamadı. Yavaşça gözlerini gezdirdi etrafına. Masası pencerenin dibindeydi, bütün mahalle de gözlerinin önünde. Karşısındaki sanki birbirine yapışmasa dağılacakmış izlenimi veren binaları seyretti bir süre. Bir bilim insanına yakışır şekilde önce kendine göre bir referans sistemi tanımladı ve soldan üçüncü diye mırıldandı. Yarına yok olur.

*

Ön yolcu koltuğunda oturduğu sivil polis arabası ve arkasındaki ekip otolarıyla gürültülü bir şekilde mahalleye girdiler. İki gökdelen sitesi arasına sıkışmış eski bir mahalleydi. Telaş vardı, her zamanki gibi. Şoför koltuğundaki kadına baktı. İncecik kalmıştı; bunun nedenini hepsinin ister istemez yaşadığı kaybolma sürecine değil, her daim ruhuna hâkim olan melankoliye bağladı. Yine de güçten düşmüyordu kadın, büyük bir sabırla dar yollarda ilerliyor ve hedefine ulaşmaya çalışıyordu. Tecrübeli ne de olsa, diye düşünürken düşünceleri yarıda kesildi adamın. Arabanın içi kadının sesiyle dolmuştu. Ona soru soruyordu.
“Sanal ofisine gönderdiğim dosyayı inceledin mi, Erin?”
Önüne döndü ve kayıtsızca cevap verdi.
“Şöyle bir baktım.”
O sırada araba aniden durdu. Kadın, bu kadar cambazlığı bir sokağın önünde tıkanalım diye mi yaptım, dercesine baktı yola. Direksiyona vurdu ve hükmeden bir sesle konuştu.
“Beyler dışarı, bundan sonrasında cangıl yapacağız. Mahalle bu noktadan itibaren arabalara geçiş vermeyecek derecede büzüşmüş durumda.”

Bu alışılmadık bir durum değildi. Genelde bir evin yok olması zaman içinde bütün sokağın yok olacağı anlamına gelirdi. Dışarı çıktılar ve bina cangılının ortasına daldılar. İki sokak sonra olay mahallindeydiler. Bir sürü insan sokağa dökülmüş; kimileri ağlıyor, kimileri sinirli bir şekilde bağırıp duruyordu. Sokağa giren polisleri fark ettiklerinde rahatsız edici bir sessizlik sardı ortalığı. Biraz önce ağlayan bir kadını sakinleştirmeye çalışan genç bir adam yavaşça onlara yaklaştı.
“Bütün bina bir anda.”
Der demez kadın koyuverdi çığlığı.
“Oğlum, kocam, yittiler.”

Ardından yine telaş başladı sokakta. Birkaç polis çoktan olay mahallini çevirmiş ve adli çalışmalara başlamak üzereydi. Erin olay bölgesine ilerledi. Kayıplar Bürosu’nu diğer tüm departmanlardan ayıran en önemli özelliği kendine has bir adli araştırma ekibi olmasıydı. Eğer araştırdığınız bir cinayet vakası ise, evet, parmak izi ve DNA kalıntıları bulmanız gerekirdi; fakat bir kayıp vakası arkasında bunların hiçbirini bırakmazdı. Bu yüzden araştırma ekibi kimyagerlerden değil, çoğunlukla fizikçilerden oluşurdu.

İki binanın arasında incecik bir boşluk oluşmuştu ve her ne kadar göz fark etmese de binalar zaman içinde birbirine yaklaşmaya devam ediyordu. Erin dar boşluğa göz gezdirdi ve sağ eliyle binanın soğuk taşlarına dokundu. Canlıydı, bir insan kadar canlıydı bina. Hareket ediyor ve eğer duymasını bilirseniz konuşuyordu. Çok fazla zamanının kalmadığını söylüyordu ona. Bu dar boşluğun yerini kendi parçalanan duvarları dolduracaktı belki de yarına. Amirin sesiyle duvarla iletişimi ansızın kesildi.
“İhtiyacın olan bir bilgi?”
Çatık kaşlarıyla o sırada boşluğun uzunluğunu atom cetveliyle ölçen adli bilimciye baktı, Erin.
“Tam olarak kaç dakika önce olduğunu bilmek istiyorum, Nevin, her zamanki gibi.”
“Şanslısın, bu sefer delikanlılardan biri zamanı tutmuş. Bu kronometreye göre şu anda otuz iki dakika elli üç saniye önce.”
Erin sanal defterine bu sayıyı ve boşluğun güncel uzunluğunu kaydetti. O sırada ekipteki en genç eleman, Nevin’e halkı bilinçlendirme çalışmalarının işe yaradığını söylüyordu. Erin inatla kafasını salladı.
“Yıllardır düzenli yapıyoruz bu çalışmaları; ama hala herkes binanın tamamen yok olduğu anı kayıt altına almıyor. Onun yerine ağlamaya sızlamaya başlıyorlar. Elimde gözlemsel veri olmadan büzüşme hakkında tahminlerde bulunamam, öyle değil mi? Sızlanmak hiçbir işe yaramıyor, bana daha çok veri lazım.”
Nevin suratını astı. “Kimse senin kadar soğukkanlı değil bu konularda, kusura bakma.”
“Her neyse, bu sokak tehlike sınıfı içindeydi, değil mi?”
“Evet. Kaybolan bina hakkında en son üç gün öncesinin tüm verileri var; kütle, hacim, boyut oranları-“ Nevin durakladı, aceleyle elindeki dosyayı açmaya çalıştı. O sırada büzüşme profili çıkartan elektronik makinenin ekranına bakan Erin konuşmaya devam etti.
“Tahrip oranı, beton yumuşaklığı, dalgaboyu cevabı, termal etkileşim değerleri, yer ve vakum hareketlilik testleri. Güzel bir veri kaynağı.”
Genç eleman güldü. “Hocam, şurada ağlayan kadın bunu duymasa iyi olur.” Erin’in suratındaki ifade zerre değişmedi. Kayıtsızca cevap verdi. “Her afet bir deneydir, okumasını bilirsen.”

*

Erin olay yerinden erken ayrıldı. Onun işi tüm ölçümlerin alındığından emin olmaktı, insanlarla konuşmak değil. Hiçbir zaman ne iyi bir dinleyici ne de iyi bir konuşmacı olabilmişti. Ama bu şehir, dedi, bu şehri dinlemek için her şeyimi verirdim.

O, tüm yaşıtları ve büyükleri gibi kaybolan bir şehre doğmuştu. Kimse bu düzenli afetin ne zaman başladığını bilmiyordu ve aslında pek az kişi mekanizmasını araştırıyordu. İnsanların tek istedikleri ise kaybolmamaktı. Kaybolmak sadece bir bina için değil, şehirde yaşayan neredeyse her canlı ve cansız mahlûk için en olası sondu. Hayat sizi yavaşça törpülerdi bu şehirde. Acısız bir süreçti, bu yüzden varlığınızı yitirinceye kadar ne olduğunu hissetmezdiniz bile. Yitmek ise, gitmek kadar hızlıydı. Kaşla göz arasında bu mistik şehrin oynak damarlarında dolaşırken kaybolabilirdiniz yaşamdan. Bu yüzden halk ölmekten çok kaybolmayı dert ederdi. Çünkü kaybolmak ölümden daha tez gelirdi.

Hal böyle olunca kaybolmak ya da halkın dilinde yitmek, üzerine ağıtlar yakılan, yazılar yazılan, türküler bestelenen ve elbette araştırılan bir konu olarak şehirlinin yaşamının ortasına yerleşmişti. Erin gibi bilim insanları için bu bilmeceyi çözmek adeta günün vazgeçilemeyecek uğraşı olmuştu. O ve onun gibi onlarca meslektaşı devlete ait bir kurumda senelerdir kaybolmanın mekanizması üzerine çalışıyorlardı. Erin’in de dâhil olduğu bazı üst düzey araştırmacılar ise aynı zamanda Kayıplar Bürosu’na danışmanlık yapmakla görevliydiler.  

Erin sessizce yürümeye devam etti. Tehlike sınırları içinde olan bir bölgedeydi, arabalara geçiş izni yoktu. Bazı sokaklar tamamen boşaltılmıştı, bu yüzden ortam alabildiğine ıssızdı. Teker teker her şeyi doygunluğa ulaşıncaya kadar düşünmeyi seviyordu. Bu aynı bir vidayı sıkmaya benziyordu. Bir kere üzerinden geçmek yeterli değildi. İkinci, üçüncü, dördüncü ve belki beşinci seferinde vida yerine gerçekten otururdu. Devlet, dedi, tehlike sınırına giren herhangi bir sokağı ya da binayı derhal boşaltabilmeli. Ama şehir o kadar dolu ki insanları evlerinden çıkartmak onları evsiz bırakmakla eşdeğer. Belki de sorun bu, diye düşündü ardından. Sorun bu kadar kalabalık olmamız. Kafasını salladı, insanları zorla göç ettirmek işe yaramıyordu. Şehir tüm tehlikesine rağmen hala göç alıyordu. Gelen her kişi arkasında bir kayıp bırakıyor, diye düşündü. Her gün ortalama on olay oluyordu. Ya bir bina toptan kayboluyor, ya da insanlar yitiyordu. Elli sene öncesinin istatistikleri kayıp vakalarının her sene düzenli arttığını gösteriyordu. Kayıpların göçle doğrudan ilişkisi seneler önce kanıtlanmıştı, fakat devlet her zaman olduğu gibi geç önlem almıştı. Nitekim önlemler hala doğru dürüst işlemiyordu.

Ama Erin göçten daha önemli bir etmen olduğunun farkındaydı. Denklemleri eksik bir kuvvetten bahsediyordu. Bu etrafında dolaştığı ama bir türlü parmağını üzerine koyamadığı kuvvet olmadan teorisi eksikti ve eksik bir teoriyle ne bir mekanizma açıklanabilirdi ne de tahmin yapılabilirdi. Çöp, dedi, mutlak çöp.

Bir de eşik değeri problemi vardı. Veriler inatla belirli bir büzüşme değerinden sonra toptan ve anında kaybolmayı işaret ediyordu. Halbuki Erin, bunun bir başbakanın hırsız olması ihtimali kadar saçma olduğunu biliyordu. Yine de hayat bazen oldukça tahmin edilemez oluyordu ve bir teorikçi de olsa deney verilerinin eksik teorisinden daha değerli olduğunu biliyordu. İçgüdüleri kaybolmanın arkasında hiçbir şey olmadığını söylüyordu. Toz bulutu, uzaydan bir parça olmak, diye tekrarlıyordu. Ölmenin farklı bir boyutu, kaybolmak; asla daha farklı değil, diyordu. Kaybolmak son yıllarda hortlayan bazı din öğretilerince bir ceza olarak yorumlanıyordu. Ölümden daha erken gelen bir ölüm, bazılarınca daha farklı yorumlanamazdı zaten, diye mırıldandı. Keşke ölümden sonra yaşam olsa, dedi ardından kederli bir şekilde, keşke olsa, o kadar çok inanmak isterdim ki.

Ansızın oldukça dar bir sokağın köşesinde duruverdi. Sağındaki binaya yaslandı, kulağını duvara dayadı. Soğuktu, ıssızdı, yalnızdı. Hepsinin hikayeleri vardı, yok oluş hikayeleri. Gözleri her taraftan yükselen gökdelenleri izlerken, o minik ve kaybolmaya yüz tutmuş evleri dinlemeye koyuldu.

*

“Burada yemek zorunda değildik.” Erin, sandalyesinden kaykılıp göz ucuyla yüzlerce kat aşağı baktı. Nevin büyük bir zevkle lokmalarını ağzına götürüyordu.
“Bir akşam yemeğini iyi bir yerde ısmarlayacağıma söz vermiştim.”
“İyi bir yer illa ki gökyüzünün tepesi olmak zorunda değil.”
Nevin çatalını salatalığa batırırken gülümsedi. “Yedi gün yirmi dört saat büzüşmüş binaların arasındayız. Belki tepelerde büzüşme azalıyordur hem, o zaman daha geç kaybolacağız demektir.” Erin ansızın irkildi. Çatalını tabağa adeta fırlatırcasına bıraktı ve ayağa kalkarak geniş pencerelerin önünde gezmeye başladı. Dikkatle etrafındaki geniş boşlukla süzülen gökdelenleri inceliyordu. Nevin umursamazcasına kafasını salladı, garip adam diye söylendi ve domatesi ağzına attı.

Neden belirli bir yükseklikten sonra büzüşmüş değiller, diye söylendi hızlı hızlı. Dikkatle, görebildiği bütün gökdelenleri gözlemledi. Belirli bir yüksekliğe kadar incecik gövdelerinden başka hiçbir şeyleri yoktu dayanabilecekleri. Statik fiziğin zorlandığı anlar, diye dalga geçti. Gerçekten Nevin’in o an kafasından uydurduğu gibi büzüşme katsayısı yerden yüksekliğe bağlı olarak değişiyor olabilir miydi? Bildiği kadarıyla kimse bunun üzerine bir çalışma yapmamıştı. Canı sıkıldı, neden daha önce aklına gelmemişti ki? Ekşi bir suratla bir tanesine bakakaldı. Nevin haklıydı, işi de evi de büzüşen mahallelerdeydi. Bu kadar meşgul ve hızlı bir yaşamda kimse kafasını yukarı kaldırmayı düşünmezdi bile. Oysaki cevap yukarıdaydı belki de.

Erin yavaş ve düşünceli adımlarla masaya döndü. Nevin gülerek konuşuyordu.
“Ne buldun yine?”
“Hiçbir şey.”
Yemeğe devam ettiler. Erin aklından sürekli denklemleri geçiriyordu. En azından bir ipucu yakaladım sanırım, diye düşünüyordu.  Araştırmaya değerdi. Nevin ise biraz önceki neşeli halini ansızın kaybetmişti. Erin onun melankolik yüzüne uzun uzun baktı. Kadının gözleri, kafasında bir an bile sakinleşmeyen denklem yığınlarını durdurabilecek tek şeydi.
“Neyin var?”
Kafasını iki yana salladı Nevin, hiçbir şey dercesine. Birkaç saniye sonra çatalını yavaşça masaya bıraktı ve arkasına yaslandı. Bir süre sadece birbirlerine baksalar da, Erin kadının bakışlarının kendisini delip geçtiğini çok iyi biliyordu. Nevin, duygusuz bir şekilde konuştu.
“Sadece bazen tüm bu insanları hiç bulamayacakmışız gibi hissediyorum.”
Erin gözlerini devirdi. Bu konuşma her açıldığında Erin hiçbir merhamet duymadan o insanların artık yaşamadığını suratına bağırmak istiyordu kadının. Ama onun ıssız gözleri sakinleştiriyordu adamı hemen. Sanki ona gerçekleri söylese kadın elinden kayıp gidecekmiş gibi endişeleniyordu. Hepsi uzaydaki bir toz parçasından ibaret, demek yerine “Umutsuzluğa kapılma”, dedi. Nevin buruk bir şekilde gülümsedi.
“Evet, hala kaybetmediğimiz tek şey umut, değil mi?”

*

Nevin, arabasıyla Erin’i evine bıraktığında vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Şimdi karanlık ve suskun sokaklardan geçerek evine gidiyordu. Umut, diyordu, umut her ev ve aile yiterken adeta can havliyle dışarı fırlıyor kaybolmamak için. Bu şehrin beton duvarlarında sürünüyor, rüzgârıyla savruluyor, yağmuruyla asfaltına düşüyor. Onları bulabilmek için-
Ansızın durakladı, gözleri doldu. Kocamı bulabilmek için, diye mırıldandı, umudumu ve kendimi kaybetmemekten başka yapabilecek hiçbir şeyim yok.

Eskilerden ama çok eskilerden bir şarkı dolandı ağzına. Arabasının camlarına vuran sert yağmur damlalarına kendi gözlerinden akanları ekledi ve söylendi dakikalarca. Dolaştım gün batarken eski mahallelerde, yalnız ve yorgun taş yapılar arasında. Vakur ve boştular, sahipleri yoktu, seni aradım, sen de yoktun.

Bazen hayatını adadığı bu olaya bu kadar duygusal bakmasının yarar değil, zarar getirdiğini düşünüyordu. Kendinden bir parçası kaybolan herkesin ağlamaya ve sızlamaya hakkı vardı; fakat devletin bir memuru olarak kendisinin böyle bir lüksü olmamalıydı. Gözünden kaçabilecek herhangi bir detay onları çözümden senelerce uzağa atabilirdi. Bunu biliyordu ve bazen sadece bu yüzden Erin’e hayranlık duyuyordu. Adam her geçen gün çöküyor, gözleri önünde kayboluyordu; fakat yine de soğukkanlılığından bir nebze ödün vermiyordu. Sonra mırıldandı, insanın yalnızken yaptıklarını kendisinden başka kim bilebilir ki? Erin’in de içten içe bu işe kederlendiğinden emindi; ama o kendisinden daha sağlam bir profesyoneldi.

Şu ana dek kaybolan tek bir kişi bile bulunamamıştı. Ayrıca çoğu kişi kayıpların bir yerden başka bir yere gitmiş olması düşüncesini komik buluyordu. Her ne kadar gerçekte bu durum halktaki umudu törpülese de kimse arama çalışmalarının bitmesini istemiyordu. Çalışmaların hiçbir sonuç vermemesi farklı piyasaları doğurmuştu. Tek başına çalışan detektifler türemişti yıllar önce. Orta ve üst orta gelirli bazı insanlar bu detektifleri kiralıyor ve bütün dünyayı dolaşmaları için onları finanse ediyordu. Diğerleri, çözümü hacı hocaların tavsiyelerinde buluyordu. Düşük gelirliler ise yakınlarının cennete gittiğini varsaymakla avunuyorlardı. Gömülecek bir bedenin bile olmaması tüm cenaze anlayışını değiştirmişti. Zaten zor var olan boş yerleri de kaybolan insanların olmayan vücutlarının mezarlarıyla doldurmak bir noktadan sonra işleri çığırından çıkartmıştı. Devlet de e-mezar denilen bir sistem başlatmıştı.

Nevin’in kocası tam dört yıl önce ansızın kaybolmuştu. Issız bir adamdı, aynı Erin gibi. Silikti ve gösterişten nefret ederdi. Masa başı çalışan bir sanal dükkân tasarımcısıydı. Yaptığı iş, yüksek gelirli insanları müşterisi yapan türdendi. Bu nedenle bir şirketin elemanı olarak çalışmak büyük ve şaşalı gökdelenlerin birinde çalışmak anlamına geliyordu. Kenar mahallelerden birinde doğmuş ve büyümüş bu adam için gökdelene taşınmak bir hakaret gibiydi. Bu yüzden kendi küçük ve zamanla büzüşen dükkânını açmıştı. Nevin kocasının mizah dolu sesini duydu kulaklarında, “Sanal dünya büzüşmüyor Neviş, oraya mı taşınsak ha?

Nevin kocasına bir sanal mezar almayı şiddetle reddetmişti, kaybolduğunda. Kısa süreli bir depresyona girmiş ve ücretli izne çıkmıştı. Daha kendi acısının üzerini örtemeden Emniyet tarafından geri çağrılmıştı. Her gün çok fazla vaka yaşanıyordu ve Nevin Emniyet’in yetiştirdiği en üst düzey elemanlardan biriydi. Kısacası ona üzülmeye zaman yok, bu insanları bulman gerek, demişlerdi. O da rolünü istemeye istemeye kabul etmişti. İçinden bir ses izole olmanın kaybolma sürecini arttırdığını söylüyordu ve kocasını bulmadan bir yere gitmek gibi bir düşünceye hiç tahammülü yoktu.
Öte yandan kayıpları bulmaya çalışmak kolay bir iş değildi. Öncelikle giderek büyüyen kayıplar veritabanına herkesin ulaşmasını sağlamak gerekiyordu. Bazı insanlar kaybolma sürecinde hafızanın yitebileceğini savunuyordu. Bu nedenle kayıplar kaybolduklarını bilemeyebilirlerdi ve bu veritabanı fikrini güçlendiriyordu. Kayıplar her yerde bilinçsiz bir şekilde yaşıyor olabilirlerdi. Zaman zaman bu tarz ihbarlara da rastlanırdı. Anlık heyecan doğuran bu haberler, sadece benzermiş, sözleriyle karamsarlığa karışırdı. Kimileri ise kaybolmanın istemsiz bir ışınlanma olduğuna inanırdı ve evrenin herhangi bir yerine gitmiş olabileceklerini söylerdi. Özellikle bu düşünceye bilim insanları çok gülerdi ve bu zavallı insanları acımasızca eleştirirlerdi. Hâlbuki umut fakirin ekmeğiydi ve kaybolmak aynı ölüm gibi anlaşılmak istenirdi.

Nevin bir süre önce yapabileceği en iyi şeyin, Erin’in verilerini eksiksiz toplamasına yardımcı olmak olduğunu fark etmişti. Bu yüzden kaybolmaya dair her türlü bilginin kaydını almaları için halkı bilinçlendiren gruba da liderlik ediyordu. Bu konuda iyi bir iş çıkartıyorlardı, özellikle son bir yılda kayıt sayısında büyük bir artış gerçekleşmişti ve bilim adamları bu durumdan oldukça memnundular. Bilim tarafında ortaya ilk defa sağlam teoriler atılmaya başlanmıştı ve bu hareketlilik halkın da dikkatini çekiyordu. Kimi insanlar yaşanan afetlerin halkla bilim insanlarını yakınlaştırdığını iddia ediyor ve bunun kültürel değerlerinde muazzam değişikliklere yol açacağını savunuyorlardı. Nevin ise bunların hiçbirini umursamıyor ve tek umudu olan Erin’e sıkı sıkıya sarılıyordu.

Arabasını park etti ve dışarı çıktı. Onun da büzüşen bir mahallesi vardı, ama henüz tehlike sınırları içinde değildi. Apartmanına doğru ilerlerken, er geç seni bulacağım kaybolan şehir, diye mırıldandı.


***

“Tanık olduğumuz şey, şehrin evrimi, değerli meslektaşlarım.”
Erin büyük bir nefes aldı ve karşısındaki bilim topluluğuna baktı. Büyük bir kısmı önlerindeki seminer kitapçığına gömülmüştü. Diğerleri de koltuklarına yaslanmış ve bir teoriyi daha nasıl çürüteceklerini düşünüyorlardı.

“Önünüzde duran kitapçığın arka kısmında deneysel fizikçi Saygın Yener ile yürüttüğümüz deneylerin bu hafta içinde basılmış makaleleri var. Deneyler gösteriyor ki, şehirde olduğunu varsaydığımız homojen büzüşme söz konusu bile değil.”

Salon ansızın sessizliğe gömüldü. Bütün seminer boyunca kıpırdamadan duramayanlar bile bir süreliğine hareketsiz kaldı. Seminer salonunun köşelerine sinmiş gazeteci topluluklarında fısıltılar başlamıştı. Salonun en arkasında kollarını vücudunda kavuşturmuş şekilde ayakta duran Nevin’in yüzündeki ciddiyet çok net okunuyordu.

“O makalelerde de göreceğiniz gibi, şehirdeki her şey aynı oranda büzüşmüyor. Bazı noktalar diğerlerine oranla daha çabuk kayboluyor. Yaptığımız deneyler üzerine onlarca senenin istatistiklerine döndüğümüzde bazı noktaların kayda değer bir büzüşme yaşamadığını gözlemliyoruz. Daha ilgi çekici olanı, bu noktaların zamanla civarlarında kaybolan nesnelerin yerini dolduruyor olması. Dikkate değer bir daralma yaşamamalarının asıl nedeni bu. Ve yine bu değişken büzüşme hızından dolayı şehirdeki kaybolma tahminlerimiz başarılı olamıyordu.”

Erin soluklanmak için durakladı. O sırada bir iki flaşın patladığını hissetti. Ardından sözlerine devam etti. “Teorim hesaba katmadığımız bu kuvvetin şehrin evrimleşmesi, başkalaşması olduğunu söylüyor. Yani zamanla bazı nesneler kaybolan nesnelerin yerini alıyor. Kaybolma doğanın bir tür korunma mekanizması gibi işliyor. Doyma noktasına ulaşan şehir, eskinin yerine yeniyi koyuyor.”
Ön sıralardan cırtlak bir ses duyuldu. “Bu deneylerin çoğu gökdelenler üzerine.” Erin gülümsedi.
“Evet, hayatımızda hiç kaybolan gökdelen vakasına rastladık mı? Hayır, ama bu durumu da hiç sorgulamadık. Deneyler şaşırtıcı bir biçimde gökdelenler arasına sıkışmış eski mahallelerin diğerlerine oranla daha erken kaybolduğuna işaret ediyor ve gökdelenlerin neredeyse iki mertebe daha düşük hızlardaki büzüşmesi bu durumun hem nedeni hem de sonucu. Bir benzetme yapmak gerekirse-”
Erin durakladı, Nevin’e baktı ve devam etti. “Gökdelen siteleri zaman içinde eski mahalleleri yiyor.”
Seminerin sponsorlarının ve bazı devlet görevlilerinin olduğu kısımda rahatsız kıpırdanmalar oldu. Özellikle gazetecilerin köşesinde büyük bir gürültü kopmuştu. Seminerin asıl dinleyicileri gruplara bölünmüş, birbirilerine deney sonuçlarını gösteriyor ve düşüncelere dalıyorlardı. Erin bir süre suskun bir şekilde onu unutmuş kalabalığı izledi. Sonra merakla Nevin’e çevirdi gözlerini tekrar; ama Nevin gitmişti. Kaşları çatıldı, o sırada iş adamlarının oturduğu sıralardan birinde biri ayağa kalktı ve konuşmaya başladı.


“Bu dediğiniz akıl dışı, Erin bey.” Vızıldayan kalabalık susmuştu. Özellikle bu lafı duyan bazı bilim adamları gözlerini kısarak kelimelerin çıktığı ağza bakakalmıştı. “Deneylerinizde yanlışlar olabilir, öyle değil mi? Deneylerinizin tekrarlanması gerekmiyor mu?”

Erin taş kadar sert bir özgüvenle adamın konuşmasını kesti.

“Elbette deneylerimiz meslektaşlarım tarafından tekrarlanacak. Yine de bu sonuçlar birkaç gün değil, bir seneden daha fazla süren bir çalışmanın ürünü. Senelerce büyük emeklerle topladığımız bu verilerin üzerini bu kadar çabuk çizemezsiniz.”

“Teoriniz şehrin yeni yüzünü suçluyor ama hocam.” Bazı iş adamları da hızlı hızlı kafalarını salladılar, bu sözü onaylarcasına.

“Teorim değer yargılarından değil, gerçeklerden oluşuyor. Sizin canınızı sıkıyor diye gözlemlerimizi çöpe atamayız. ”

“Haklısınız, o vakit devlete ait bir bilgiyi başınıza buyruk bir şekilde kamuoyuna açıklama hakkını nereden bulduğunuzu sorayım bari.”

Adamın lafı bir anda seminer salonunda soğuk yeller estirdi, adeta salonun ortasına taş gibi düşüverdi. Erin cevap vermedi, iş adamını süzmekle yetindi. Adam çok geçmeden eliyle ‘buyur’ işareti yaptı ve salondan çıkmaya yeltendi. Biraz önce yanında oturan politikacının da hemen arkasından hareketlendiği gözlerden kaçmadı.


*

Seminer sonrasında verilen kokteyllide Erin konuşmasına küçük grupların içinde devam etti. Çoğu bilim insanı bu cesur teoriye olumlu yaklaşmıştı. Bazıları ise her zamanki şüpheci tavırlarını koruyor ve bilim muhabirlerine karşı tezlerini büyük bir şevkle anlatıyorlardı.
“Şimdi hocam, şehir doygunluğa ulaştı derken demek istediğiniz termodinamik denge gibi bir kavram mı?”
Erin sürekli kendisine soru soran bu genç kadına gülümsedi. “Evet Yaprak, bir çeşit denge noktasında salınıyor şehir. Aslında bu yeni bir kavram değil. Sadi hocanın ‘Şehrin Termodinamiği’ adlı kitabında şehrin aldığı göç ve kaybettiği maddelerin nasıl bir mekanik denge oluşturduğundan bahsediliyor zaten. Fakat bu teorinin tahminleri deneysel verilerimizle uyuşmuyordu.”
Diğer taraftan daha yaşlıca bir bilim adamı yavaşça konuşmaya başladı.
“Peki Erincim, gayet yerinde bir varsayım şehirdeki evrimleşmenin denklemlere girmesi ve makaleleriniz bu teorinin deneyleri açıklayabildiğini de gösteriyor; fakat şöyle de bir belirsizlik yok mu? Durup dururken kaybolan insanlar. Binalardan bahsetmiyorum ve bir fizik teorisi tüm madde için uygulanabilirdir. Fakat takdir edersin ki bu noktada denklemlerin ve teorinin yorumu çok önemli. Bu yorumu insanlara nasıl uygulamayı düşündüğünü merak etmiyor değilim, eski danışmanın olarak.”
Adam şen bir kahkaha patlattı. Bir yandan da eski öğrencisinin omzunu sıvazlıyordu. Erin, mütevazi gülümseyişini hiç değiştirmeden bir süre etrafındaki gülen insanlara sessizce baktı. Çalışmanın ve emeğin ne demek olduğunu çok iyi bilen bu insanların gözlerindeki parıltıya baktı. Hepsi bir gün kaybolacaktı, ya ofislerinde ya da laboratuvarlarında, kocaman gözlükleri ve beyaz gömlekleriyle yüzlerini bile görmedikleri insanlar için çalışırken kaybolacaklardı, hem de hiç kimse onları buna zorlamamışken, aynı eski bir bilgenin dediği gibi yaşamanın en gerçek şey olduğunu bildikleri halde. Bedenleri kaybolacaktı, ama gözlerindeki parıltı asla.
Erin fısıltıyla cevap verdi soruya, “Silik insanların daha erken kaybolduğunu düşünüyorum, hocam, aynı ıssız binalar gibi.”

*

Erin, o gece Nevin’i seminer salonunda bir daha göremedi. Kongre merkezinden ayrıldığında hava çoktan kararmıştı ve ışıklar göz kırpıyordu. Evine eski mahallelerin içinden geçerek gitmeye karar verdi. Çözmesi gereken son bir problem daha kalmıştı. Düşünmeye ihtiyacı vardı ve bunu en iyi yapabildiği yer laboratuvarıydı.
Yavaş adımlarla sayamadığı kadar sokak geçti. Yorgun binaların ağır ağır nefes alışlarını dinledi. Onlara uzun bir süredir hep sorduğu soruyu tekrar sordu, neden bir eşik değeri var? Karşılık yoktu. Belli ki onlar da bilmiyordu neden belirli bir uzunluğa kadar sürekli olarak büzüştüklerini ve o uzunlukta aniden kaybolduklarını. Erin uyuşuk adımlarla yürüdü; bu problem çok bulanıktı. Yapılan binlerce deneyde bahsedilen mistik uzunluk değeri virgülden sonra dokuzuncu basamağa kadar aynı gözlenmişti. Daha da garip bir problem kaybolma anında vakum etkileşim değerlerindeki anlık sıçramaydı. Bir fizikçi olarak beklediği sıçrama vakum değil yer tabakalarıyla olan etkileşimde olmalıydı; ama deneyler yerin verdiği tepkiden en az on kat daha fazlasının vakum etkileşim değerlerinde açığa çıktığını kanıtlıyordu. Bilim adamı sezgisi, bu birbirinden oldukça ayrık gözüken olayların henüz anlayamadığı bir şekilde birbirine bağlı olduğunu söylüyordu. Sokağın ortasından değil, düşüncelerinin içinden yürürcesine kopmuşken dünyadan, arkasından gelen korna sesiyle zıpladı. Aceleyle kaldırıma çıktı. Araba oldukça tanıdıktı. Karanlık sokak Nevin’in sesiyle aydınlandı.
“Atlasana.”
Şaşırmış bir şekilde ön yolcu koltuğuna oturdu. Bir süre konuşmadan ilerlediler. Sonra Nevin aniden frene bastı ve elini direksiyona vurdu. Gözlerini kadının ellerine sabitlemiş Erin, her sinirlendiğinde yaptığı gibi, diye içinden geçirdi. Dişlerini dudaklarına batırmıştı ve gözlerini Erin’den kaçırmaya çalışıyordu. Sonra dayanamadı.
“Bütün her şeyi mahvettin!” Erin cevap vermedi.
“Danışmanlıkla ilişkini kesecekler. Sadece o olsa yine iyi! Her bahse girerim, devlet bu işin arkasından çekilecek. Seni uyarmıştım, Erin. Beni ciddiye almadın, sana bunları açıklamaman gerektiğini söylemiştim.” Kafasını sinirlice salladı ve sonra kısık bir sesle, “hem de basının önünde” diye söylendi. Erin kayıtsız bir şekilde konuştu.
“Ne yapsaydım, teorimi kendime mi saklasaydım? Öyle bilim olmaz.” Kısa bir sessizliğin ardından hemen ekledi, “ki bu teori doğru tahminler yapmamızı sağlayacak. Afetler gerçekleşmeden bölgeleri boşaltabileceğiz. Daha hızlı ilerleyebileceğiz, Nevin.”
Kadın alaycı bir ifadeyle Erin’e baktı. “Bitti, Erin. Araştırmalar bitti, ortalık karıştı, seminerin sonunu beklemeden iki finansör sponsorluktan çekildi. Sen hala kafanın içinde yaşa.”
Erin bakışlarını kaçırdı ve arabadan dışarıya dikti gözlerini. Canı sıkılmıştı. Nevin artık kendine hakim olamıyordu.
“Verdiğimiz bunca çaba, emek, hepsi boşa gitti. Emniyet müdürü de oradaydı, yirmi dakika önce beni aradı, bu noktadan sonra ne olacağı belirsizmiş.” Tekrar eliyle direksiyona vurdu. “Bütün ekibimi dağıtacaklar, piç kuruları.”
Erin sesinin yükseldiğini bile fark etmemişti, söze atlarken. “Bunu yapamazlar, birimleri kapatamazlar, bu dikkat çeker. Halk karşı çıkar.”
Nevin sinik bir şekilde gülüverdi. “Bu noktadan sonra kayıplar işlerine gelecek. Anlamıyor musun, artık karşımızda somut bir suçlu var. Kaybolmak sadece bir doğa olayı değil, şapşal herif!”
“Kimse suçlu değil, gökdelenlerin dinamiği bir neden olduğu kadar bir sonuç da. Mutlaka bir orta yol bulunabilir. Hem önlemler-”
“Siktir et, Erin! Kıyıda köşede kaybolmakta olan adam için gökdelenlerinden ineceklerine mi inanıyorsun? Her şey güçlerine dokunana kadar ve sen bugün herkesin karşısında bunu yaptın!”
“İnatlaşmaları fayda etmez, gerçeği değiştiremezler.”
Nevin artık neredeyse bağırıyordu. “Ben sana gerçeği söyleyeyim, her saat başı kaybolan bu insanlar asla bulunamayacaklar. Artık hiçbirini bulamayacağız. Kocamı bulamayacağım!”
O anda sınırların olmadığını Erin de biliyordu. “Zaten hiçbir zaman bulamayacaktın. Onlar artık yoklar, Nevin, uzayda bir toz bulutundan başka bir şey değiller!”
Kelimeler adeta havada asılı kaldı, oluşan sessizliğin tam ortasında parıldamaya başladı. Nevin bir süre kıpırdamadı, sonra beklenmedik bir şekilde Erin’e vurmaya başladı. Bir yandan bağırıyordu, “yalancı! Yalan söylüyorsun! Sen inanmıyorsun diye onlar ölmüş değiller! Onlar yaşıyorlar, o yaşıyor, kocam yaşıyor!”
Erin, Nevin’in bileklerini kavradı. “Benim bildiğim hiçbir denklemde yaşamıyorlar, Nevin.”
Nevin hınçla kendini geri çekti ve küfretti. “Siktir git arabamdan! Toz bulutunu da götüne sok.”
Erin sinirden titreyen elleriyle arabanın kolunu kavradı ve açtı. İnerken Nevin arabayı çalıştırdı ve öfkeyle gaza bastı. Erin dengesini kaybedip yere yuvarlandığında Nevin’in asla unutmayacağı sözleri kulaklarında çınlıyordu, duygusuz piç kurusu.

*

Günlerdir aralıksız çalıştığı masasından kafasını kaldırdı. Perdesiz penceresinden dışarıya baktı. O zaman sağdan dördüncünün kaybolmuş olduğunu fark etti. Gözleri binanın olması gereken yerdeki boşluğa daldı. Hiçbir çığlık duymamıştı, ne bir yakarış, ne bir bağırış. Hangisi ne zaman kayboldu ya da kaybolacak onu da bilmiyordu. Danışmanlık görevine son verileli iki haftayı geçiyordu. Çalıştığı devlet kurumunda meslektaşları ona sahip çıkmışlardı da yönetime bir süreliğine ücretli izni kabul ettirmişlerdi. Erin ofise dönmesine asla izin verilmeyeceğini biliyordu. Nitekim dönmek istediğinden de emin değildi.
Şehir, yaklaşık bir aydır hiç olmadığı kadar büyük kargaşalara sahne olmuştu. İnsanlar sokaklara dökülmüş, bazı gökdelenlerin alt katları yağmalanmış ve harap edilmişti. Elbette bunlar olurken devlet de “gökdelenlerini” korumuş ve protestocuları geri püskürtmek için elinden geleni yapmıştı. Ancak en büyük protesto, bir grup insanın bir gökdelenin tepesinden aşağı atlayarak toplu şekilde intihar etmesiyle başlamıştı.
Erin tüm bunları dairesindeki ufak plazmadan izlemişti. Ofisten ayrıldığı günden beri bir kez bile dışarı çıkmamıştı. Dışarıda olanlardan endişelendiği için değil, son problemi çözmesi gerektiği için. Teorinin ikinci kısmı hala tamamlanamamıştı.
Dikkatini bütünüyle dağıtacak posta sanal ofisine düştüğü vakit, benzer şekilde olayları takip ediyordu. Televizyonda bir grup protestocu konuşuyordu, “Bu bir mutasyon. Bizi, ufak insanları ve evlerini kendi yaşamı adına yok eden bir güce evrim değil, dense dense mutamorfoz denir. O bilim adamı tüm bunları açıkladığında yapılması gereken çok net ve basitti. Gökdelenleri yıkacaklardı. Ama onlar saraylarını vatandaşlarına tercih ettiler! Göz göre göre kaybolmamızı izlediler. Bu yüzden onlar yıkılacak!” Kameranın yakınına bir gaz bombası düştü ve ekran bir anda bembeyaz oldu. Günlerdir hiç posta almayan Erin, sanal mektubu açtığında önce yutkunmakta zorlandı, sonra tekrar soğukkanlı haline döndü ve telefonuna sarıldı.

*

İlk postayı aldığından beri Nevin’e ulaşmaya çalışıyordu, fakat her seferinde telesekreterine denk geliyordu. Bir kez daha aradı ve bu sefer telesekretere mesaj bıraktı. “Şey, nasılsın son konuştuğumuzdan beri? Özür dilerim... Aslında sanırım başım belada. Birkaç gündür tehdit mesajları alıyorum. Umarım geri dönersin.”
Telefonu kapattığında istemeden ellerine odaklanmıştı. Oldukça incelmişlerdi. Geçen banyodan çıktığında bedenindeki kayıpları fark ederek ürpermişti; fakat umursamamaya çalışmıştı. Yine de bir insanın her geçen gün giderek kayboluşunu izlemesi oldukça can sıkıcıydı. Bedenindeki diğer yitik kısımlara bakarken telefonu çalmaya başladı. Büyük bir heyecanla açtı. “Nevin?”
Karşı taraftan gelen ses tanıdık bir erkek sesiydi. “Ben Saygın, Erin. Nasılsın?”
Şaşırmıştı. “Teşekkürler, iyiyim, Saygın. Uzun zaman olmuştu. Neler yapıyorsun?”
Karşıdan geç bir cevap geldi. Aceleci konuşuyordu. “İdare ediyorum. Çalışmalarımı engelliyorlar, ama yapacak bir şey yok. Farklı bir deney grubuna liderlik etmeye başladım.”
“Anlıyorum.” Bir sessizlik girdi araya. Sonra tekrar konuşmaya başladı, Saygın. Erin meslektaşının konuşmasında ciddi bir rahatsızlık seziyordu.
“Burada bazı dedikodular var, Erin. O yüzden aradım.” Erin cevap vermedi ve adam devam etti. “Biliyorsun, ortalık çok fena karıştı ve devlet kontrolü eline alamıyor. Duyduğuma göre, senden halka çözüm önerisi çağrısı yapmanı isteyeceklermiş.”
Erin’in kafası her karıştığında olduğu gibi kaşları çatılmıştı. “Nasıl bir çözümmüş bu?”
“Bak bu bilgi net değil, yine de haberin olmalı. Gökdelenlerde yaşamın daha güvenli olduğunu bilimsel olarak kanıtladığını, bu nedenle de insanların mahallelerini bırakıp gökdelenlere yerleşmeleri gerektiğini söylemeni-“ Erin kendinden de beklemediği bir öfkeyle arkadaşının lafını kesti.
“Böyle bir şeyi asla yapmayacağımı biliyorsun!”
“Senin olman gereken yer burası, Erin. İstediklerini yap ve yanımıza geri dön. Lütfen, rica ediyorum.”
“Bilmiyorum, Saygın. Evim beni terk etmeden ben onu terk edemem. Bu mahalleler bizim laboratuvarımız.”
“Bütün mahalleler yıkıldıktan sonra evrim tamamlanmış olmayacak mı? Bu kayboluşun sonu bile olabilir. Bu bir çözüm olabilir, Erin.”
“Çözüm, anılarımızı kaybederek olacaksa hiç olmasın.”
“Gitmem gerek, sana güveniyorum.” Ve telefon kapandı. Sadece birkaç saniye sonra Erin bilindik kayıtsızlığına geri dönmüştü. İçinden bir ses tehditlerin bu işe bağlanacağını söylüyordu. Büyük bir nefes aldı ve akşam kızıllığında teorisi üzerine çalışmaya devam etti.

*

Nevin onu hiç aramadı. Bu biraz kalbini kırmıştı, yine de kafası bu kadar meşgulken sabahın köründe ansızın aklına takılan bu durum onu sadece beş dakika kadar rahatsız etti. Saygın’la görüştüğünden beri aralıksız iki haftadır teorisindeki bir kördüğüme odaklanmıştı. Bu süre zarfı içinde sokağına beş kez gaz bombası düşmüş, üç apartman da kaybolmuştu. Bazen bağırış, çağırışlar duymuş, ama bunları çok çabuk unutmuştu. Belki de Nevin haklı, ben gerçekten duygusuz bir piç kurusuyum, diye söylendi aynada çıplak vücuduna bakarken. Evine kapandığından beri kayboluşu hızlanmıştı ve aslında onu mutsuz eden tek şey buydu. Kaybolacak olmayı içine sindiremiyordu, hele de problemi çözmeden kaybolacak olmak büyük bir hüsran olurdu. Bu teori tamamlanmadan yok olamam, dedi gözleri özellikle ellerine odaklanmışken. Yok olmak, hiç olmak, her şeyin ama her şeyin ansızın bitmesi, bir daha olmayacak olmak. Kafasını salladı ve kendini bu düşüncelerden kurtarmaya çalıştı. Savaşamayacağı tek şey bu dibi belirsiz kuyu gibi kahkaha atan dayanılamaz düşüncelerdi.
O gün bittiğinde kendisi için her şeyin çok farklı olacağını bilse belki biraz heyecanlanırdı. Yine de bu çok uzun sürmezdi. Masasına yerleşmiş, gökyüzünü izlerken cevabı adeta bulutların şekillerinde gördü. Simetrik frekans, dedi büyülenmiş gibi. İncecik kolları iki yanına düştü, yüzü aydınlandı. Bu bütün gözlemleri açıklıyor, diye çığlık attığı anda biri kapısına vurmaya başlamıştı. Hiç unutamayacağı bir rüyadan uyanır gibi yerinden zıpladı ve kafasında uçuşan denklemlerle kapıya gitti. Kendi kendine konuşuyordu, Witten integrali altında bu işlemi yaparsam-, diye söylenirken kapıyı açtı ve karşısında iki tane resmi giyimli insanla karşılaştı. Yüzü ekşimiş ve bütün denklemler uçuvermişti.
“Erin bey, girebilir miyiz? Biz devlet görevlileriyiz.”
Erin cevap vermedi, sadece yollarından çekildi ve içeri geçti. Adamlar salona girdiklerinde, Erin onların bakışlarından evinin nasıl da kaybolmanın eşiğine geldiğini fark etti. Çoktan birçok eşyası yitmişti.
“Ne istiyordunuz?”
Adamların dikkatlerini toplamaları uzun sürmedi. Hemen lafa girdiler. “Tekrar işinize dönmenizi, Erin bey.” Erin ekşi bir suratla ve sorgulayıcı gözlerle süzdü onları. Cevap vermedi.
“Bir şartla. Sizden bir şey yapmanızı rica edeceğiz.”
Erin bunun arkasından ne geleceğini iyi biliyordu.
“Halka sağduyu çağrısı yapacaksınız.”
Gürültülü bir şekilde gülüverdi. “Neyim ben, yönetici mi? Sizin yapmanız gerekmiyor mu o çağrıyı?”
“Geçtiğimiz haftalarda halkla paylaştığınız gizli bilgiler nedeniyle, bunu sizin yapmanızın daha etkili olacağı kanaatindeyiz.”
İri yarı olanının ‘gizli’ sözcüğünün üzerine vurgu yapması Erin’in dikkatinden kaçmamıştı. Dalga geçer bir şekilde, “Ne diyecekmişim?” diye rol yaptı.
“Gökdelenlerin mahallelerden daha güvenli olduğunu ve mahallelerin yıkılmasının doğru olduğunu söyleyeceksiniz. Mahalleler yerine yapılacak yeni gökdelenlere yerleşecekler.”
Erin penceresinin önüne doğru ilerledi ve sinirli bir kahkaha attı.
“Bir kere ben hiçbir yere gitmiyorum. Kimsenin de evini bırakacağını sanmam.”
Rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Erin kendi sokağından oldukça net gözüken gökdelene öfkeyle baktı.
“O zaman toparlanmaya başlasınız iyi olur. Şehri terk etmeniz gerekiyor.”
Erin hızla adamlara döndü. “Tehdit mektuplarını kimlerden aldığım da belli oldu”, deyiverdi kendini tutamadan. Adamlar cevap vermedi. Erin tekrar masasına döndü ve bir süre dışarıyı izledi. Birkaç dakika kendi kendine mırıldandı; bazen suratı ekşidi, sonra aniden aydınlandı. Ardından bir anda kendini beklemekte olan adamlara döndü.
“Hadi gidelim.”

*

Ekran görüntüsünü şehirdeki bütün büyük plazmalara vermişlerdi. Her şey gereğinden fazla planlıydı. Erin’in karşısındaki spiker çözümün ne olacağını soruyordu. O da beklenen yanıtı veriyordu. Bu klip belki de saatlerce şehir ekranlarında oynadı.
O anda Erin için önemli olan adamlardan kurtulabilmek ve hesaplarına göre ihtiyacı olan son birkaç saatte de laboratuvarını terk etmeye zorlanmamasıydı. Söylediği şeyler hatırlanmayacaktı bile. Kafasındaki denklemleri yazmayı bitirmeye yakın telefonu çaldı. Arayan Nevin’di.

“Hala o sözleri söylediğine inanamıyorum. Dublör mü kullandılar?”
Erin buruk bir şekilde gülümsedi ve her zamanki kayıtsızlığıyla cevap verdi. “Hayır, ben söyledim.” Bir süre karşıdan cevap gelmedi. Sonra kısık bir sesle konuştu, Nevin.
“O kadar kaba davrandığım için özür dilerim. Çok öfkelenmiştim.”
“Biliyorum.”
“Artık olaylar durulur mu dersin?”
Erin kalemini bıraktı ve dışarıya baktı. “O kadarını bilmiyorum, ama bak sana ne diyeceğim. Birkaç saate buluşabilir miyiz? Sana söylemek istediğim çok önemli bir şey var.”
Nevin onayladı ve görüşmeyi sonlandırdılar. Erin yüzündeki muzip sırıtmayla tartıya çıktı. Hala birkaç saati vardı.

*

O akşam bütün mahalleler arasında kendisi için en gözde olanına girdiğinde içinde hafif bir burukluk hissetti. Her şeye rağmen onu bırakacak olmak acı veriyordu. Nevin’le bulaşacağı sokağa kadar sağ kaldırımdan elleriyle binaların taş duvarlarına dokunarak yürüdü. Hiç yukarıya bakmadı. Farklı renklerle bezenmiş ve her ayrıntısını ezberlediği ara ara sıvaları dökülmüş evleri doyuncaya kadar izledi. Her biriyle teker teker sohbet etti, dertlerini dinledi. Sokağa geldiğinde Nevin onu arabasına yaslanmış bir şekilde bekliyordu.

Haftalardır görmediği bu kadın şimdi içinde bir heyecan dalgasına neden olmuştu. Onun yanına yavaşça ilerlerken bu dalganın da çok kısa bir zamanda geçeceğini biliyordu. Karşısına geldiğinde durakladı, nasıl bütün binaları gözden geçirdiyse ona da uzun uzun baktı, kirpiklerine, hafif kırmızı yanaklarına, kumral saç tellerine, yeşil gözlerine. Nevin gülümsüyordu.
“Neymiş bu kadar acil olan bakalım?”
Erin gülümsemesine karşılık verdi ve saatine baktı. Tekrar kadının yüzüne odaklandı ve ona doğru eğilerek yanağından sakin bir şekilde öptü. Nevin’in şaşırmasına fırsat vermeden eline tomar halinde bir kağıt dosyası tutuşturdu ve fısıldadı.

“Teorinin son kısmı. Yayınlanmasını sağla. İçinde sana bir not var.” Nevin merakla dosyanın kapağını kaldırmaya yeltendi. Erin’in “Bu şehirdeki son deneyimi yapmaya gidiyorum” diyen sözlerini fark ettiğinde artık çok geçti. Aniden dikildi ve telaşla etrafına baktı. Ama Erin yok olmuştu, gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Dosyanın açık kapağının altındaki ilk sayfanın başlığına baktı, “Eşik değeri probleminin çözümü paralel bir evreni mi işaret ediyor?” Soru soran gözlerle Erin’den kalan son notu mırıldandı.


Yine haklı çıktın. Artık onların yaşadıkları bir denklem biliyorum. 

23 Mayıs 2014 Cuma

Ölüm Görevi



Soma faciasında ölen tüm maden işçilerinin anısına…



“İlk ateşlemede hangarda çalışan ve motorun egzozunun altında aylak aylak gezinen on kadar numaradan, birtakım parçalar dışında hiçbir şey kalmadı. … On tane numara, fiili olarak Tek Devlet’in kütlesinin ancak yüz milyonda birlik bir kısmı, bu da üçüncü basamağın sonsuz küçüklüğüdür. Matematiksel açıdan cahil merhameti sadece eskilere özgüydü, bizim içinse komik.”
- Biz, Y. Zamyatin


“Nasıl hissediyorsun?”
Sözcükler kulaklarında uğuldadı.
“Tedirginim.”                    
Kadının suratında buruk bir gülümseme belirdi. Kocasının beline sarıldı ve sırtını okşadı.
“Endişelenecek bir şey yok. Bu sadece diğer yaşama bir geçiş.” Kafasını kaldırdı adamın göğsünden ve yüzüne bakmaya çalıştı. Bu seferki gülümsemesi daha canlıydı.
“Hem birkaç ay sonra ben de orada olacağım.”

*

Dediği doğruydu, diye düşündü orta yaşı saçlarının hafif kır oluşundan anlaşılan adam. Farkına varmadan ayağıyla ufak bir taşa vurdu, taş yolun ortasına yuvarlandı. Bu hareket düşüncelerini sadece iki saniyeliğine durdurabildi. Sonra yeniden aynı düşünce çemberinin diğer tarafından yürümeye devam etti. Yedi hafta sonraya ona da ölüm görevi yazıldı, diye söylendi. Aklı karmakarışık insanlarda olan bir davranışla kelimeleri bastıra bastıra birkaç kez tekrar etti söylediğini. Ölüm, ölüm, ölüm görevi…

Sonra, birkaç kez aynı şeyi söylemenin getirdiği o bilindik saçmalığın içinde buluverdi kendini. Ölüm kelimesini hecelerine ayırdı, ö-lüm ölmekten geliyor olsa gerek, dedi. Ama ölmek ne demek ki?
Küçükken de aynı soruya takıldığını hatırladı. O zaman sorularını sorabileceği mühendisler vardı, onun gibi binlerce minik çocuğu eğiten. Gerçi o vakit de sorusuna tatmin edici bir yanıt alamamıştı. Mühendis, ölmenin sadece diğer hayata bir geçiş olduğunu tekrarlayıp sorusunu savsaklamıştı. Bunu her on yaşındaki çocuk gibi o da biliyordu. Hatta ölmenin eş anlamlısının geçmek olduğunu da biliyordu; ama yine de bir türlü ölmek kelimesinin varlığını anlamlandıramıyordu kafasında. O zaman neden ölmek diye anlayamadığımız bir kelime var ki, diye mırıldandı.

Şimdi, birkaç saat içinde ölmeyi bekleyen koskoca bir adamken bile bunu düşünüyor olmasını garipsedi. Her hayatta bir kere ölünürdü. Ölmek demek diğer yaşama geçmek demekti. Belki sadece bir kez yapabileceğimiz bir şey olduğu için, diye söylendi bu sefer. Sonra kafasını salladı inatla. Bir kez değil, birçok kez hayat değiştirmek mümkündü. O zaman ölmenin neresi özeldi ki?

Kafasında hamur gibi oynadığı düşünceleri bir kenara yığdı ve Ölüm Merkezi’ne girdi. Ölüm yerin kilometrelerce aşağısında gerçekleşiyordu. Nedenini bilmiyordu; fabrikalarda hiçbir zaman nedenlerden bahsedilmezdi, sadece mühendislerin onlara verdiği bilgileri öğrenirlerdi. Ölüm anı ve detayları da yine temel bilgi düzeyinde daha çocukken öğrendiği bir şeydi.
“Kolunuzu uzatın.”
Cihaz adamın kolundaki numarayı okudu. Otomatik kadın sesi yine yükseldi.
“174517, seçim odasına gidin.”

Fabrikada da aynen böyle söylenmişti. Önce seçim odasından gidilecek hayat seçilir, sonra biraz beklenir, ardından da ölünür. Bu kadar basitti, yapılması gerekenler listesi. Onun ayrıca yapması gereken tek bir şey vardı. O da, karısının da kendi gideceği hayatı seçmesi için teknikerlere not bırakmaktı.

Oldukça uzun, kayan bir yolda dakikalarca yürüdü. Seçim odası ibaresini görünce kayan yoldan çıktı ve sola saptı. Daha dar bir yoldu bu ve duvarlardaki bazı floresanlar oldukça zayıflamış bir ışıkla aydınlatıyordu yolu. Yolun ilerisinde kendisi gibi sakin bir şekilde yürüyen birkaç insanı yakaladı gözleri. Neşelenmeye çalıştı. Yeni bir hayata gidecekti ve daha ötesinde bu hayatı seçme özgürlüğüne sahipti. Yine de, keşke karım da burada olsaydı, diye eklemeden edemedi.

Seçim odasının kapısına geldiğinde, sert bir adam sesi kulaklarında çınladı. “174517, yedinci kısma gidin.” Neden bu kadar sert olmak zorunda ki, diye söylendi içinden, odadan içeriye girerken. Garip bir şekilde duygusallaştığını hissediyordu. Karımla neden aynı güne yazmadılar ki ölüm görevimi, diye düşündü. Yedinci kısma girerken aslında o gün hiç de ölmek istemediğini duyumsadı. Sert ses sanki bu hissi sezmiş gibi daha hırsla kükremişti bu sefer. “Gideceğiniz yaşamı seçiniz.”

Adam önündeki büyük panelde gözüken bazı soruları yanıtladı sırayla. Soru ona neleri sevdiğini sordu. O da kendi kendine mırıldandı yine. Karısını severdi, evinin önündeki ağacı, geceleri uykuya dalmadan önce aralanmış pencereden duyulan yağmur şırıltısını severdi. Ama bunların hiçbiri sorunun altındaki şıklarda yoktu.  Abuk subuk seçenekler deyip birkaç tanesini işaretledi ve hızlı bir şekilde testi bitirdi. Yorum kısmına oldukça dikkatli bir şekilde karısının numarasını yazdı ve onun da gideceği hayatı seçeceğini not düştü. Şimdi içi biraz daha rahatlamıştı. Yolculuğa hazırdı.

Seçim odasından çıktığında ölüm odasına sadece bir koridor uzaklıktaydı. O andan itibaren yarım saat içinde öleceğini biliyordu; ama yine de ölümü otobüs bekler gibi en temel refleksinden yoksun bir şekilde bekledi. Bu sırada anılarının aklına hücum etmesine izin verdi. Karısını ilk gördüğü anı hatırladı. Bebek Üretim Merkezi’nde hemşireydi karısı ve bir arkadaşı nedeniyle buraya yolu düşmüştü. Arkadaşını beklerken bir sürü bebeğin uyuduğu bir odaya dalıvermişti. Fısıltı gibi otomatik bir ses defalarca o sözü tekrarlamıştı, “Ölüm diğer bir hayata geçiştir. Ölümden sonra yaşam vardır.”

Bu sözleri numarası kadar iyi biliyordu. Bu kadar içgüdüsel bir şeyi neden öğretme ihtiyacı duyuyorlar ki, diye sormadan edememişti. O sırada odanın derinliklerinden bir kadın yanında bitivermiş ve ona gülmüştü. “Siz kesin bir mühendis olmalısınız, bu kadar meraklı olduğunuza göre…” demişti. Haklıydı, her zaman olduğu gibi.

Çoğu zaman neden başka bir hayata geçmek zorunda olduğu üzerine kafa patlatmıştı, yine de hiçbir zaman yeterince tatmin edici bir yanıt verememişti kendine. Karısı dâhil birçok insan sistemin verdiği bilgiyle yetinir, bu konuyu fazla kurcalamazdı. Ölüm sistemin devamlılığı için bir gereklilikti. Makinenin çarklarının kusursuz bir şekilde dönmesi, ancak insanların ölmesiyle mümkündü. Tam o sırada kendini hatıralarından ayıran bir zil sesi duydu. Bu uyarı kendisi içindi. Sakince ayağa kalktı ve ölüm odasına girdi.

Oldukça sade bir şekilde döşenmişti ölüm odası. Odanın ortasında yatırılan koltuklardan vardı ve koltuğun etrafında bir sürü makine. Gülümsedi. O sırada arkasından odaya giren teknisyeni fark etti. “Lütfen koltuğa geçin” diye seslendi teknisyen. Adam yavaş adımlarla koltuğa yaklaştı ve oturdu. Bir an ayakkabılarını çıkartıp çıkartmaması konusunda emin olamadı.
“Çizmelerimi çıkartayım mı?”
Teknisyen kafasını makineden kaldırdı ve yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. “Gerek yok, uzanın.”
Denileni yaptı ve uzandı. Teknisyenin, makinenin üzerine gezinen parmaklarını gözledi. Tıkırtılar kulaklarında büyüdü. Bir an aceleyle doğruldu, “Notumu gördünüz değil mi? Eşim de gideceğim hayata gelecek birkaç ay sonra.” Teknisyen tekrardan baktı adamın yüzüne. Gözlerini kıstı elinde olmaksızın. Biraz önceki gülümseyişi hafiften acılaştı. Yine de sakince cevap verdi, “Evet, gördüm. Merak etmeyin, isteğiniz kayıt altında.”

Rahatlamış olarak uzandı ölüm koltuğuna. Gözlerini kapadı ve gelecek hayatını düşlemeye başladı. Bir ara teknisyenin kafasına bazı kablolar yapıştırdığını hissetti, umursamadı. Geleceği düşlemek çok tatlıydı. Keyifle ölümünü bekledi. Suratındaki gülümsemeye engel olamıyordu. Birazdan hafif bir uykuya dalacak ve uyandığında yeni hayatında olacaktı. Tüm bunları düşünürken gerçekten de o anın geldiğini hissetti son bir kez ve kalp atışı durdu.

Teknisyen ciddiyetini hiç bozmadan makineyi kapattı ve uyarı düğmesine dokundu. On saniye içinde odaya birkaç adam girdi ve adamın cesedini soyup büyük bir torbanın içine koyarak bir sedyeye yatırdılar. Ardından da hızlı adımlarla odadan çıktılar. Teknisyen duygusuz bir şekilde adamdan geriye kalan çizmelere baktı.

Bir insanı öldürmenin onu en temel refleksinden ayırdığın zaman ne kadar kolay olduğunu düşündü. Yıllardır sessizce öldürdüğü bu insanların hiçbirinde en ufak bir yaşama mücadelesi gözlemlememişti. Herkes gülümseyerek ölürdü, tatlı ölürdü. Sonsuz yaşam hakkının, gerçek bir yaşamı nasıl mahvedebileceğine hayret etti, teknisyen, bir kez daha. Üstelik hiç çırpınmadan, sessizce…

21 Şubat 2014 Cuma

Enstitü

Bir gürültü koptu. Herkes şaşkınlıkla birbirine baktı. Köylüler, Tarım Üretim Merkezi’nden çıkmak üzereydiler. İş kıyafetlerini dezenfektan sepetine atmışlar ve köylü giysilerine bürünmüşlerdi, yine. Sonra dışarıya akan o kalabalığa karışmışlardı.

Köylü, arkasından ittiren kitlenin etkisiyle dışarı püskürdüğünü düşünmeden edemedi. Yağmur dinmişti. Yerler ıslaktı ama ayakkabılarından içeriye geçecek kadar etkili değildi bu ıslaklık. Gözü kararmakta olan akşamın alnında parıldayan ateşe kaydı. Bir şey yanıyor olmalıydı. Kalabalığın yönlendirmesiyle yanan bölgeye doğru yürümeye başladı. Etrafındaki herkesin fısıldaştığını hissedebiliyordu; ama onun aklı sırtındaki ağrılardan başka noktaya odaklanamıyordu. Reşit olalı ve Tarım Üretim Merkezi’nde çalışmaya başlayalı birkaç ayı geçmişti, yine de bedeni alışamamıştı iş yorgunluğuna. Günün birkaç saati toprağa eğilmiş bir şekilde çalışmak, sırada oturmakla eşdeğer değildi. Sırtının duyumsattığı her ağrı atağında Çocuk Eğitim Merkezi’ndeki derslerini hatırlar olmuştu. Yine de bu özlem sadece birkaç dakika sürer ve reşit olmanın gururuna bırakırdı yerini.

Önündeki kitledeki genç köylülerin ‘Yanan bina Genetik-Ziraat Enstitüsü!’ demesiyle düşüncelerinden sıçradı. Adeta gözleri sonuna kadar açılmış ve biraz önce hiç de önemsemediği bu ateşin geldiği yön anılarında canlanmıştı. Eğitim Merkezi’ndeki öğretmenlerinin ders dışında çalıştığı yerdi burası. Beyaz odalarda beyaz önlüklü insanların aslında onlar, Köylüler, için çalıştığı yerdi. Öğrencilerin pek göremediği fakat öğretmenlerinin hep hayranlıkla bahsettiği bilim insanlarının eviydi. Daha küçükken beyaz önlüklü görmek için çitlerinin civarında arkadaşlarıyla dolaştığını hatırladı, Köylü. Her boş vaktinde arka cebine kitabını sokuşturup Enstitü’nün yanındaki koruya gider ve onu rahatça gözlemleyecek bir ağacın altına otururdu. Bir gün o beyaz koridorlarda kendisinin de yürüyeceğini, beyaz önlüklü arkadaşlarıyla bilim tartışacağını ve birlikte bulacakları o icadın Zinli yöneticileri köylerinden atacağını hayal ederek uykuya dalardı. Büyüdükçe hayallerinden nasıl da koparıldığını hatırladı, Köylü. Reşit olma gururunun nasıl da her şeyin önüne geçtiğini hatırladı, sonra da sırt ağrılarını.

Yanındaki insanlarla koşarak ilerlemeye ne zaman başladığını anımsamıyordu. Tek hissettiği dehşet duygusuydu. Çevresindeki herkesle bu hissi paylaştığını biliyordu. Sanki herkes bir anda kaybetmeyi hiç düşünmediği oyuncağını yerinde bulamamanın korkusuna bürünmüş ve koşmaya başlamıştı. Koruluğun sonuna doğru bağrışmalar ve çığlıklar kulaklarını doldurmaya başladı. Alevler gözlerini alıyordu, öyle ki telaştan ağaç dallarına takılarak düşenler fark edilmiyor ve izdiham yaşanıyordu. Koruluk sınırında ansızın durakladı Köylü. Arkasından ona çarpan insanları duyumsadı sırt ağrılarında, ama önemsemedi. Bir an bütün iletişimi kesildi dünyayla, kıpırdayamadı. Bütün çevre köyler alana toplaşmıştı. Sinirli insanların sesini duydu.

‘İlerlemek mümkün değil, polis elektromanyetik duvar örmüş!’ diyerek bağıran bir Köylü geçti yanından. Bir ayakkabısını kaybettiği için topallıyordu. Birkaç metre ilerisinde bir toplaşma vardı. Ellerini gözlerine siper ederek ateşin delici ışığından kurtulmaya çalıştı, sonra birkaç adım attı bilinçsizce toplaşmaya doğru. Bir itişme kakışma oldu ve topluluk aralandı. O sırada açılan aralıktan gördü, bir beyaz önlüklü yerde baygın yatıyordu. Etrafındakiler yüzüne su çarpıyor ama adam ayılmıyordu. Hayal dünyasına gitti aklı. Güneş ışığında yeşil bitkilerin arasından adeta birileri aklında bağırıyordu, ‘elektromanyetik duvara yaklaşmayın, geri durun!’.

Köylü birkaç adım attı, neden bu dost seslere inat ettiğini anlamayarak. Duvarın nerede başladığını göremiyordu. Nerede kendisini yutmak isteyeceğini bilmiyordu. Dokunduğu anda bütün bedeninden soyutlanacağını tahmin edebiliyordu. Belki bilincini kaybedeceğini, o beyaz önlüklü gibi yere kapaklanacağını biliyordu. Neden ilerlediğini bilmeden yerde yatan bedenleri geçti. Sonra durakladı, daha önce hiç olmadığı kadar yakındı Enstitü’ye şimdi. Birinin kendisini görme ihtimalinden çekinerek koruya saklanmamıştı. Apaçık karşısına çıkmıştı. Neden bu kadar geç diye fısıldadı kendi kendine. Kızdı ansızın, kaybetmeyi kabullenemedi. Her ayrıntısını kafasına kazıdığı bu binanın yok oluşunu çaresizce izlemeyi yediremedi hayallerine. Belki bedenine sorsa bu soruyu, durabilirdi olduğu yerde. Ama hayallerine sormuştu bir kere. Tam adımını atacaktı ki kafasına sert bir darbe yedi.

Her yer yeşildi şimdi. Güneş ışığı beyaz odaları aydınlatıyordu. Kollarına baktı. Bembeyaz önlüğü vardı. Göğsünde bir heyecan dalgası kabardı. Enstitü’de olmalıydı. O zaman bir odası da olmalıydı. Hızla yürümeye başlamıştı ki biri arkasından hırçın bir sesle bağırdı. ‘Kimsin sen?’ Durdu. Kimdi o? ‘Cevap ver Köylü!’ dedi bu sefer ses. Köylüyüm ben, diye fısıldadı. Sonra aklına beyaz önlüğü geldi. İçini bağırma isteği kapladı, görmüyor musun bilim adamıyım ben, demek istedi kaba sese. Bir hışım döndü kollarını kaldırarak; ama kolları beyaz değildi artık. Yırtık köylü entarisinin ince kumaşını gördü gözlerinin önünde. Sonra başını kaldırdı, şaşkın gözlerle. Biçimsiz ses, sahibi gibi boşlukta yankılanıyordu, ‘Neden buradasın Köylü?’. Sesin bir bedeni yoktu ve beyaz odalar şimdi alev kırmızısına dönüşmüştü. Soğuk bir demir parçası hissetti ensesinde. Dizlerinin üzerine çökmüştü, kaba saba botlar görüyordu hayal meyal. Cevap vermedi, çünkü bir cevabı yoktu. Beyaz odaya dönmek istiyordu. Sonra namlunun tenine işlediğini duyumsadı daha derinden. Ses bağırdı bir kez daha, ‘Cevap ver, Köylü, yoksa ölürsün!’.

Sırtının ağrıdığını hissetti. Ayağındaki nasırı hatırladı. O gün ellerine batmış olan dikenler geldi aklına. Yağmurda akan evinin damını gördü gözlerinin önünde. Tarım Üretim Merkezi’ndeki jenerik bitkileri, yapay güneş ışığı ve dezenfekte kıyafetleri anımsadı, teker teker. Sonra da her şeyden önce bir insan olduğunu hatırladı, bulanık bir şekilde. ‘Köylüyüm, ben!’ diye geri bağırdı.
‘Neden buradasın?’
‘Yangın vardı… Bilmiyorum.’ Namlunun eskisi kadar sert olmadığını hissetti. Hırçın ses devam etti.
‘Kimin köylüsüsün?’ Kimsenin köylüsü falan değildi, ama vermesi gereken cevabı biliyordu.
2050. Köy Tarım Üretim Merkezi’nin’.
‘Sol kolunu havaya kaldır!’ Köylü, polisin bütün köylülerin sol koluna işlenmiş olan aidiyet etiketini görmek istediğini anlamıştı. Yavaşça kolunu kaldırdı, giysisinin yeni yerçekimine karşı koyamadı. Yapay gün ışığıyla bronzlaşmış kolu tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Harflerden ve sayılardan oluşmuş kapkara bir kod adeta sıska iskeletine işlemişti.
‘Yaşamak istiyorsan şimdi koşarak buradan uzaklaş!’

Silah inmişti. Adamın ağır botuyla sırtına vurarak kendisini ittiğini hissetti Köylü, hayal meyal. Yarım yamalak hareketlerle doğruldu ve bir iki kere tökezleyerek koruya doğru koşmaya başladı. O sırada arkasından bir bağırış duydu, ‘Özgür bir köylüyüm! Hiç kimsenin…’ ve ardından bir silah patlaması kulaklarında çınladı. Adeta nefes almayı unutmuş bir şekilde kaçtı koruya. İniltiler duymuştu, ya da belki de o uydurmuştu bu sesleri. Aklında yarattıkları dâhil hiçbir ses duymayıncaya kadar koştu. Kaç tane bedenin üzerinden atladığını hatırlamıyordu, ya da kaç tane insana çarparak düştüğünü. Tek anımsadığı zamanının hızıyla koştuğuydu. Adrenalini tükendiğinde tökezledi, yere kapaklandı ve olduğu yerde kıpırtısızca kaldı. Beyaz koridorların yerini yangın kokusu alıncaya kadar ölü bir bedeni anımsatırcasına yattı dalların üzerinde. Üzerinden birkaç tane insanın atladığını gördü. Çığlık atan bir çocuğu ve birkaç silah sesi duydu. Sonra sırtının ağrısını hatırladı. Sonsuza kadar o ağaçların arasında bu şekilde kalabilirdi; ama kendini zorladı ve doğruldu. Sağındaki ağaca doğru süründü ve sırtını ağaca, yüzünü ışığa verdi. Tükenmiş bir nefesle baktı Enstitü’ye. İçinde bir yerlerde bir çocuğun öldürüldüğünü hissetti. Belki silah ensesinde patlamış olsa canının bu kadar yanmayacağını düşündü. Zinliler benim reşit yaşımı yanlış hesaplamışlar, diye söylendi buruk bir gülümsemeyle, ben şimdi reşit oldum, diye fısıldadı dudaklarını ısırarak. Zor tuttu gözlerini, kendinden utandı. Karmakarışık duygularla küle dönüşen hayallerini izlemeye daldı.


19 Şubat 2014 Çarşamba

Hafıza Dairesi'nde 4 Saat

Bu öykü ülkemin artık var olmayan tarafsız basın kurumuna atfedilmiştir.




Bulmalıyım, diyordu, silinmeden bulmalıyım o bit parçasını. Elindeki elektronik zımbırtıyı hızlı hareketlerle milyonlarca küçük kutunun muntazam şekilde dizildiği duvarların önünde sallıyor ve zımbırtı kapkaranlık kutuların anlık olarak ışıldamasına izin veriyordu. Işıltılar harflere dönüşüyor ve gazeteci hızlı bir şekilde kutudaki bilgiyi okuyordu. Ama yoktu işte, bulamıyordu. Taraması gereken bir sürü kutu ona kahkahalar atarak bakıyordu. O ise bazen duraklıyor ve solundaki duvarda asılı duran saate dikiyordu gözlerini. Zamanla yarışıyordu.

Sadece birkaç saat önce büyük ve tek gazete ofisindeki yumuşak koltuğuna gömülmüş halde günlük işlerini hallediyordu hâlbuki. Her zamanki denetleme ve yok etme rutinleriydi. Onun lakabı Silici’ydi. Eskiden habercilerin işi ne zormuş diye düşündü, parmakları klavyede gezinirken. Bütün paragrafı tek bir tuşla sildi. Durakladı, bu işi bitirmek için oldukça zamanı vardı. Düşünerek yazmalıydı, her şeyin öncesinde paragrafın altını kurgulamalıydı. O sırada aklına eski ve tarihte kalmış kitap denilen cihazlardan birindeki olay geldi. Romandaki adamın daktilosunun karşısına oturup tüm gazete sayfasının her satırını teker teker yazdığını hatırladı. Kafasını salladı, gerçekten zor olmalıymış, dedi. Genelde bütün bir paragrafı silmek zorunda kalmazdı. Oldukça nadiren yeniden kurgulamalar gerekirdi. Çoğu zaman tarihler, isimler ya da rakamlar değişirdi. Fakat bu sefer daha ince bir iş gerekiyordu. Adam, dedi, tek bir sayfada değişiklik istendiğinde tüm sayfayı tekrardan yazıyordu ve eskisini bellek deliğine fırlatıyordu. Tekrar kafasını salladı. Elinin altındaki teknolojiye hayranlıkla bakmadan edemedi. Hâlbuki onun yapması gereken değişiklikler sadece birkaç klavye darbesiyle gerçekleşebiliyordu. Sil komutuyla bütün bir geçmişi saniyede yok edebiliyordu.

O sabah eşiyle konuştuktan sadece yarım saat sonra posta kutusuna düşmüştü bu iş. Ofiste onun dışında yalnız yedi kişi vardı, çoğu gazeteci başbakanın verdiği basın toplantısına gitmişti. Bu şaşalı toplantıları umursamıyordu, yaptığı işi seviyordu. O günkü ekspres iş sokağın birinde patlatılan bombayla ilgiliydi. Suratını ekşitti, bu protestocular polisten ne istiyorlar ki, diye söylendi. Polis protestoculara bomba fırlatmış ve yirmiye yakın kişiyi öldürmek zorunda kalmıştı. Tekrar kafasını salladı, polis olmak zor, dedi. Nasıl olmuşsa sanal ağın bir köşesine düşmüştü haber. Gıcık oluyordu bu bağımsız habercilere. Adamların işi gücü kendisi gibi Silici’lere iş çıkartmaktı. Polisin attığı bombaya nasıl olmuş da yakalanmamış, diye homurdandı. Bu köşelere saklanmış haberlerin yok edilmesi için ayrıca ücret alması gerektiğini düşündü yine. Eşi bile demişti, senin asıl işin gazetede yayınlanan haberlerin politik atmosfere göre düzeltilmesi, diye. Bir of çekti ve bilgisayarının ekranına eğilerek sayfadaki bütün paragrafları tek bir klavye darbesiyle sanal ağın bilgi çöplüğüne gönderdi.

Tek gerçekliğin sanal olması ne kadar büyük bir rahatlıktı. Birkaç saniye önce bütün gerçekliği değiştirmiş ve öldürülen yirmi kişiyi o yok etmişti. Aslında polis hiçbir zaman yirmi kişiyi öldürmemişti. Bu kadar basitti. Sonra durakladı. Adam da umursamıyordu, dedi kendi kendine. Hem yaptığı iş sahtekârlık değildi, adamın da böyle düşündüğünü hatırladı. Zaten yok olacak bir şey var olmuş olur muydu? Geçmiş sadece belgelerde ve insan zihninde yaşayabilirdi. Hedefe yerleştirilen geçmiş parçası, bu ikisiyle bağlantısını kaybettiği anda, geçmiş olmaya devam edebilir miydi? İşi bu yüzden sahtekârlık değildi, çünkü onun yaptığı doğru bir bilgiyi çarpıtarak yazmak değil, doğru bilgiyi yok etmekti ve yerine yenisini koymaktı. Bu kandırmak değil; geçmişi doldurmak, onu yeniden yaratmaktı.
Bütün sayfanın tamamen silinmesi sürecini başlattığında sayfanın sonuna eklenmiş fotoğrafları gördü. Birinde polis bombayı atmak üzereydi, bir diğerinde atmış ve ortalık darmaduman olmuştu. Diğer bir fotoğrafta kol mu ayak mı olduğu belli olmayan uzuvlar gözüküyordu. İğrenç, diye söylenirken donakaldı. Bir süre parmaklarını kıpırdatamadı. Eşi kanlar içinde yatıyordu fotoğrafın ortasında.
Konuşamadı, yalnızca fotoğrafa bakakaldı birkaç saniye. Sonra fotoğraflarda gözüken mekânı tanıdı ve bütün sayfa gözlerinin önünde yok oldu. Eşinin dükkânının olduğu sokaktı patlamanın yaşandığı yer. Dudaklarını ısırdı ve göz kapaklarını büyük bir güçle sıktı.


***


Sadece on dakika sonra bütün hafıza kutuları resetlenecekti ve bütün silinen bilgiler sonsuza dek kaybolacaktı. Silici, yaklaşık dört saat önce ofisteki meslektaşlarına belli etmeden ofisten ayrılmış ve en yukarı kattaki yönetim koridoruna izinsiz bir şekilde dalmıştı. Başbakanın basın toplantısı, diye mırıldanmıştı ve koşar adımlarla gizli odaya girmişti. Kendisini affedeceklerinden emindi. Şu zamana dek hiç sözlerinden çıkmamıştı. Eşinin öldürüldüğünü kanıtlaması gerekiyordu. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki? O haber kırıntısına ihtiyacı vardı. Gizli odanın kapısını arkasından kilitlemiş ve bilgisayarın hafızasını kafasında canlandırmasını sağlayan makineye girmişti. Bu silinen bir bit yığınını kurtarmanın en kolay yoluydu.

Şimdi aklındaydı ve reset zamanına sadece birkaç dakika kalmıştı. Bütün hafıza prosedür gereği dört saatte bir yenilenirdi. On binlerce hafıza kutusunun içini karıştırmış; ancak istediği haberi henüz bulamamıştı.

Çok yorulmuştu, yine de telaşla aramaya devam etti. Haberi bulma amacı üzüntüsünün önüne geçiyordu. Her umutsuzluğa kapılıp durakladığında ve nefes nefese yere yığıldığında ise o fotoğraf geliyordu aklına. Ağlıyor ve protestoculara sövüyordu, polise değil. Protesto yapacak başka yer bulamadınız mı ananınızı avradınızı …, diye söylenirken bağımsız haberciye minnet duymadan edemiyordu. Bu haber olmasaydı, karısının öldüğünü asla bilemeyecekti. Polislerin ortalığı birbirine kattıktan sonra cesetleri toplu mezarlara götürerek gömdürdüğünü duymuştu. Gerçeği yok edebilmek adına hasar sonrası sadece birkaç saat içinde bütün sokak yenilenirdi. Görmüş ve duymuş olanlar fazla zorlanmazlardı unutmak için zaten. Geriye sadece fotoğraflar ve yazılar kalırdı. Helal olsun be bağımsız haberci, dedi yaptığı yüzsüzlüğü umursamayarak. Kalktı tekrardan, aramaya devam etti büyük hafıza odasını.

Baktığı sütundaki son kutudaki tanıdık sözcükleri görünce önce bir titredi, sonra gözleri yaşardı ve gülmeye başladı. Kutuyu bulmuştu. Zımbırtının geri yükleme butonunu ararken ansızın bütün hafıza kutuları parıldadı ve tekrardan karanlığa gömüldüler teker teker. Gülen suratı ekşidi yavaş yavaş Silici’nin. Elindeki aleti düşürdü ve yere yığıldı.
Reset gerçekleşmiş ve bütün gerçekler başarıyla yok edilmişti hafıza dairesinde.