Geçen yine yazdığım tüm satırları makasladım. Haberleşme
Bakanlığı editörleri haber metnini yeterince karmaşık, rastgele ve kaotik bulmamış.
Neymiş efendim, birinci cümlemden ikinci cümlemin geleceği belli oluyormuş. Çift
sayılara denk gelen cümleleri çıkart, yazı adam olsun diye not düşmüşler. İlk
defa başıma gelmiyor. Böyle anlarda aklıma hep lise edebiyat hocam gelir.
Senden yazar olur olmasına, ama dikkat et, gereksiz yere anlam arıyorsun, örgü
olmayan yerlere sanal örgüler örüyorsun, demişti. Bir yazar, kendisinin bile çözemediği yazılar yazabildiği zaman iyi bir
yazardır. Kafamı onaylarcasına salladım, peki hocam, dedim, ne demek
istediğini anlamaya çalışarak. Gözleri, hiç
anlamayacaksın, diye fısıldamıştı, belki
de zaten bu yüzden bir yazar olabilirsin, en azından. Dün gibi hatırlarım.
Notu düşen editörlerden birini tanıyorum. Geçenlerde gerçekleşen
edebiyatta anlamsızlık akımı panelinde tanıştım. Anlam ancak bilinçli bir
şekilde yaratıldığında sanatsal olur ve günümüz Ceres’inde kabul görebilir,
dediğinde dudaklarımı büzmekten başka bir şey yapamadım. Edebiyatın kusursuz
iletişime indirgendiği günleri hatırlatıp, bir daha asla edebiyatın ortaçağ
batağına düşmeyeceğiz, dedi. Edebiyat iletişmek için yapılmazmış, yapılamazmış.
Edebiyatın amacı anlamdan anlamsızlık çıkartmak, doğan anlamsızlığı
hiçliğimizle bütünleştirmekten başka bir şey değilmiş.
Sırtımı sıvazladı editör. Aklımdan geçenler, tümcelerinin ne
kadar anlamsız olduğuydu. Çay kadehiyle etki alanımdan uzaklaşırken, belki de
anlamam gereken bu, diye mırıldandığımı anımsıyorum. Hiçbir zaman yeterince
anlamsız olamayacağım. Dedem, bende eskilerin geni olduğunu söylerdi, ölmeden
önce, yani varlığa karışmadan önce. Yokken
varlığı hissedebilmek, derdi, tuhaf
bir hiçliksin sen, çocuk.
Hayatta örüntü arayışlarımın başımı sokmadığı bela kalmadı
desem, yeridir. Ailem psikolojik yardım almam gerektiğine inanadursun,
arkadaşlarım eski metinlerden buldukları bir sözcükle bütünleştirdiler beni:
Paranoyi. Paranoyi aşağı, paranoyi yukarı. Hiçbirini umursamadım ama sevdiğim
kız, tam bir anlam makinesisin, deyince içim bir cız oldu. Aşkı yeterince
anlamsız bir şekilde yaşayamayacağıma inanıyormuş. Hâlbuki ben onda anlamı
yeniden keşfetmiş, varlığımı onun bedeninde yenilemiştim. İçimden geçenler
bunlarken, nasıl olur da benim için çok anlamsızsın, diyebilirdim ki? Demedim.
Kaşlarını çattı ve beni kendi hiçliğimle yalnız bıraktı.
İlk paragrafla son paragrafı anlamlı bir şekilde birbirine
bağlamak bu kadar güçken, yazılarımda yarattığım anlamlar neden hak ettikleri
ilgiyi görmüyor? Anlamsızlığın bu kadar yüceltildiği bir gezegende, anbean
doğurduğum anlamları makaslamayayım da ne yapayım? Hiçliğimin her bir anlamını
sessizliğime gömüyorum, sonra da sessizliğin içinde var oluşlarını izliyorum.
Sonra dedemi hatırlıyorum, nohut büyüklüğünde taneleri olan tespihini
anımsıyorum hatıralarımda, uzak bir yerlerde. Parmağının her bir tespih
tanesine vuruşunda zamanı yeniden tanımlayışını. Parmakların zamanı kontrol
etmeye yeter mi, dede?, deyişim kesiyor aklımı mesela. Bana bakıyorsun kara
gözlerinle. İstersen seni iki tespih tanesi arasına sıkıştırabilirim, diyorsun.
Gülüyorum. Neden gülüyorsun oğlan, diyorsun. Biliyorum, sırıtışın dişlerinin
arasında bir yerde. Çünkü ne kadar anlamsız olmaya çalışırsan çalış, ben seni
anlıyorum be dede, deyişim yankılanıyor aklımda. Kafama vuruyorsun, pat pat.
Okşamayla karışık sevgi sertliği diyorum kendi kendime. Kimse kimseyi anlamaz, diyorsun. İletişim, yalan bir sanat. Ben sende sevginin kabuklarını görüyorum
oysa. Sana her bir bakışımda kabuklarını yoluyorum teker teker. Yolduğum
kabuklarını senden bir parça oldukları için saklıyorum içimde. İçimde fersah
fersah örüyorum kabuktan yollarını ve sadece umuyorum. Bir gün bana
anlamsızlığı öğretmeni sadece umuyorum.