16 Mayıs 2016 Pazartesi

Piksel

Çok dalgındım o gün. Hocanın verdiği yeni problemin hesaplarını inadına yanlış yapıyordum her seferinde. Bir önceki gün tişörtümü ters giymişim ama farkına gece yarısı soyunurken varmıştım. Sonra da, bütün gün ben bunu nasıl görmedim diye yadırgamıştım kendimi. Hesaplardan da böyle bir şey çıkacaktı, emindim. Belki de gün gelecek kimsenin açıklayamadığı o gözlemin arkasını dolduracak teorilerim, ama yine de dört ile beşi topladıktan sonra sekiz ya da ne bileyim on yazacağım. Hem de tahtada. Neyse, telefonu düşürdüm. Ekran çatladı. Dokunmatiği hasar gördü. Görmese öyle kullanırdım. Olmadı.

Telefon her düştüğünde o ekran öyle çatlamaz. Yatar pozisyonda düşseydi hiçbir şeycik olmazdı, ama tepesi özel bir açıyla çarptı yere. Ekran paramparça oldu. Canım sıkıldı. Halbuki o gün tişörtü düz giymiştim. Keşke ters giyseydim. Zaten babamdan para almamak için bin dereden su getiriyorum. O para birikmeyecek. Orijinal ekranı beş yüz liraya yaparlarmış. Efendim?

Tabi ki de yalancı ekrandan yaptırdım. Ne fark edebilir ki dedim. Belki biraz daha fazla batarya yer, şarjı az giderdi. Zaten ikinci eldi, garantisi yoktu. Yalancı mı gerçek mi kimse anlamaz, dedi telefoncu. Düzgün çalışsın yeter.

Çalıştı da, tek bir kusurla. Zaman zaman telefonun belirli bölgelerindeki pikseller görünür hale gelmeye başladı. Ne mi diyorum? Bu saçmalığı anlatabilmek için beynimin ücra köşelerini nasıl da zorladığımı bilemezsiniz. Bir ekran bir sürü pikselden oluşur ve bir görüntünün ekrana yansıtılması demek her pikselin sıfır ile iki yüz elli altı arasındaki bir renk koduyla kodlanmış olması demek. Yani aslında ekranda gördüğünüz yan yana bazı renklerden ibaret ama beynimiz de harika bir işlemci nihayetinde. Eğer ekranı oluşturan pikseller birbirine belirli bir uzaklıktan daha yakın yerleştirilirse beyin iki pikselin arasını doldurur ve voila! Görüntünün asıl nedeni olan bu ufak noktaları görmeden büyük resmi seyretmeye odaklanabilirsiniz. Benim ekranımın bazı pikselleri yüksek ihtimalle sorunluydu ve belirli renk kodlarını istenen renkte veremiyor, beyaza kaçıyordu. Dolayısıyla ekrandaki bir hatadan dolayı piksellerin varlığı ortaya çıkıyordu.

Sorun değildi, işleyişi engellemiyordu. Hatta durup dururken pikselleri görüyor olmak hoşuma gitmişti. Bana düzene karşı çıkan bireycileri anımsatıyordu. Bu pikseller kendilerine emredilenleri yerine getirmiyorlar ve tam da bu yüzden var oluyorlardı. Ya hepsi böyle başına buyruk davransaydı, o zaman ne yapardım? Basit, telefoncuya gider, yapamamışsın bir daha dene derdim. Ama yirmi, otuz tanesinin asi davranışları mekanizmayı bozmaya yetmiyordu ve bu romantik başkaldırış beni sadece gülümsetiyordu. Onları seviyordum. Bu ayrık duruşlarına rağmen kullanıcı tarafından sempatiyle karşılanmak onları sinirlendirdi mi, bilmiyorum. Ama umarım bir gün bunun nedeninin sistemi bozabilecek kalabalığa ulaşamadıkları için olduğunu anlayacaklar. Ve elbette, devrim sonucu yok olacaklar.

Hesabı bitirdim. O sabah kalktığımda bulduğum sonuçlar üzerine bir kez daha düşünürken acı kahvemin tadını duyumsadım. Şekersiz ve sütsüz. San Francisco’daki barista, no sugar no milk, dediğimde Avrupa’dan mı geliyorsun, diye sormuştu. Burada kimse böyle içmez. Evet, Avrupa’dan geliyorum. Masanın üzerindeki hesaplara göz gezdirdim bir kez daha. Hayır, bu sefer hata hesaplarda değildi. Bir süre bakakaldım kağıtlara. Aslında kağıtlara bakmıyordum, uzayın ta kendisine bakıyordum. Gözlerimin önünde kendisine verilen emirleri yerine getirmeyen asilere bakıyordum. Telefon ekranında değil, sanki havada asılı kalmış beyaza çalan yanıp sönen parlak noktacıklara. Evrenin piksellerine.

Hata hesaplarda değildi, hata evrenin piksellerindeydi bu sefer. Dijital evrenin varlığını bana çıtlatan bu bozulmuş piksellerdeydi. Gözlerimi kırpmamalıyım, ya yok olurlarsa? Evren sürekli bir hata algoritması çalıştırıyor olmalı, birazdan bu asilerin kafasını kesecek ve ben eski ilizyona geri döneceğim. Belki de bu korkusuz pikseller doğru insanı bulabilmek için ne kadar çok beklemişlerdi ve şimdi bana göz kırpıyorlardı. Büyük resmin ötesine geç, diyorlardı. Tüm gördükleriniz, duyduklarınız, dokunduklarınız, hissettikleriniz, aşık olduğunuz adam, aklınızda canlanan bir kare, elmaya atılan bir diş, göz yaşınız, öfkeniz, parmaklarınız, uğurlu kaleminiz, martının sesi, denizin parıltısı, dudaklarınızdaki öpücük, kulaklarınızdaki melodi, teninizdeki yabancı koku. Her şey piksellerin bir oyunu.


Siz piksellerin bir oyunusunuz. Ölümse piksellerin devrimi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder