Çok dalgındım o gün. Hocanın verdiği yeni problemin
hesaplarını inadına yanlış yapıyordum her seferinde. Bir önceki gün tişörtümü
ters giymişim ama farkına gece yarısı soyunurken varmıştım. Sonra da, bütün gün ben bunu nasıl görmedim diye yadırgamıştım kendimi. Hesaplardan da
böyle bir şey çıkacaktı, emindim. Belki de gün gelecek kimsenin açıklayamadığı
o gözlemin arkasını dolduracak teorilerim, ama yine de dört ile beşi
topladıktan sonra sekiz ya da ne bileyim on yazacağım. Hem de tahtada. Neyse,
telefonu düşürdüm. Ekran çatladı. Dokunmatiği hasar gördü. Görmese öyle
kullanırdım. Olmadı.
Telefon her düştüğünde o ekran öyle çatlamaz. Yatar
pozisyonda düşseydi hiçbir şeycik olmazdı, ama tepesi özel bir açıyla çarptı
yere. Ekran paramparça oldu. Canım sıkıldı. Halbuki o gün tişörtü düz
giymiştim. Keşke ters giyseydim. Zaten babamdan para almamak için bin dereden
su getiriyorum. O para birikmeyecek. Orijinal ekranı beş yüz liraya
yaparlarmış. Efendim?
Tabi ki de yalancı ekrandan yaptırdım. Ne fark edebilir ki
dedim. Belki biraz daha fazla batarya yer, şarjı az giderdi. Zaten ikinci eldi,
garantisi yoktu. Yalancı mı gerçek mi kimse anlamaz, dedi telefoncu. Düzgün
çalışsın yeter.
Çalıştı da, tek bir kusurla. Zaman zaman telefonun belirli
bölgelerindeki pikseller görünür hale gelmeye başladı. Ne mi diyorum? Bu
saçmalığı anlatabilmek için beynimin ücra köşelerini nasıl da zorladığımı
bilemezsiniz. Bir ekran bir sürü pikselden oluşur ve bir görüntünün ekrana
yansıtılması demek her pikselin sıfır ile iki yüz elli altı arasındaki bir renk
koduyla kodlanmış olması demek. Yani aslında ekranda gördüğünüz yan yana bazı
renklerden ibaret ama beynimiz de harika bir işlemci nihayetinde. Eğer ekranı
oluşturan pikseller birbirine belirli bir uzaklıktan daha yakın yerleştirilirse
beyin iki pikselin arasını doldurur ve voila!
Görüntünün asıl nedeni olan bu ufak noktaları görmeden büyük resmi seyretmeye
odaklanabilirsiniz. Benim ekranımın bazı pikselleri yüksek ihtimalle sorunluydu
ve belirli renk kodlarını istenen renkte veremiyor, beyaza kaçıyordu.
Dolayısıyla ekrandaki bir hatadan dolayı piksellerin varlığı ortaya çıkıyordu.
Sorun değildi, işleyişi engellemiyordu. Hatta durup dururken
pikselleri görüyor olmak hoşuma gitmişti. Bana düzene karşı çıkan bireycileri
anımsatıyordu. Bu pikseller kendilerine emredilenleri yerine getirmiyorlar ve
tam da bu yüzden var oluyorlardı. Ya hepsi böyle başına buyruk davransaydı, o
zaman ne yapardım? Basit, telefoncuya gider, yapamamışsın bir daha dene derdim. Ama yirmi, otuz tanesinin asi
davranışları mekanizmayı bozmaya yetmiyordu ve bu romantik başkaldırış beni
sadece gülümsetiyordu. Onları seviyordum. Bu ayrık duruşlarına rağmen kullanıcı
tarafından sempatiyle karşılanmak onları sinirlendirdi mi, bilmiyorum. Ama
umarım bir gün bunun nedeninin sistemi bozabilecek kalabalığa ulaşamadıkları
için olduğunu anlayacaklar. Ve elbette, devrim sonucu yok olacaklar.
Hesabı bitirdim. O sabah kalktığımda bulduğum sonuçlar
üzerine bir kez daha düşünürken acı kahvemin tadını duyumsadım. Şekersiz ve
sütsüz. San Francisco’daki barista, no
sugar no milk, dediğimde Avrupa’dan
mı geliyorsun, diye sormuştu. Burada
kimse böyle içmez. Evet, Avrupa’dan geliyorum. Masanın üzerindeki hesaplara
göz gezdirdim bir kez daha. Hayır, bu sefer hata hesaplarda değildi. Bir süre
bakakaldım kağıtlara. Aslında kağıtlara bakmıyordum, uzayın ta kendisine
bakıyordum. Gözlerimin önünde kendisine verilen emirleri yerine getirmeyen
asilere bakıyordum. Telefon ekranında değil, sanki havada asılı kalmış beyaza
çalan yanıp sönen parlak noktacıklara. Evrenin piksellerine.
Hata hesaplarda değildi, hata evrenin piksellerindeydi bu
sefer. Dijital evrenin varlığını bana çıtlatan bu bozulmuş piksellerdeydi. Gözlerimi
kırpmamalıyım, ya yok olurlarsa? Evren sürekli bir hata algoritması
çalıştırıyor olmalı, birazdan bu asilerin kafasını kesecek ve ben eski ilizyona
geri döneceğim. Belki de bu korkusuz pikseller doğru insanı bulabilmek için ne
kadar çok beklemişlerdi ve şimdi bana göz kırpıyorlardı. Büyük resmin ötesine geç, diyorlardı. Tüm gördükleriniz,
duyduklarınız, dokunduklarınız, hissettikleriniz, aşık olduğunuz adam, aklınızda
canlanan bir kare, elmaya atılan bir diş, göz yaşınız, öfkeniz, parmaklarınız, uğurlu
kaleminiz, martının sesi, denizin parıltısı, dudaklarınızdaki öpücük,
kulaklarınızdaki melodi, teninizdeki yabancı koku. Her şey piksellerin bir
oyunu.
Siz piksellerin bir oyunusunuz. Ölümse piksellerin devrimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder