“Sahi, gerçek dediğin ne ki?”
Yaşamaktan tam olarak ne zaman vazgeçtim, bilmiyorum. Çok
bulanık anılar, ve zaman çok kaygan ayaklarımın altında, parmaklarımın
arasında. Gün geldi, korkmaz oldum varlığımı sonlandırma düşüncesinden. Gün
geldi, hayatı en acısız nasıl sonlandırırım diye düşünür oldum. Kimse buraya
yalınayak gelmez. Bu noktaya demek istiyorum. Uzun ve sonu bilinmez bir yürüyüş
bu. O yüzden en kalın montunu atarsın omzuna, en sağlam botlarını geçirirsin
ayağına. Hayattan vazgeçmişlerin patikasında elinden geldiğince fazla
kalabilmek için hazırlıklı çıkarsın yola.
İnsan ne zaman uçurumdan aşağı bakmaktan zevk alır dersin?
Ne zaman yüreği hoplamaz dik uçurumun dibini göremeyince? Çok düşündüm, ama
hiçbir yerde bir hayat bulamadım kendime. Bunu kendine itiraf ettiğin zaman mı
yaşamaktan vazgeçmiş olursun, yoksa çoktan o patikada kilometrelerce yol kat
etmişsindir de yeni mi fark edersin yokluğa doğru gittiğini? Ama hani kimse
yalınayak çıkmazdı bu yolculuğa?
Yokluğa dokunmak, hayattan zevk almak kadar güzeldir. Kimse
öyle demez, ama sen bakma onlara. Ya onlar bu patikayı yeterince iyi
keşfedememişler, üstünkörü dolanmışlar taş yollarında ya da zaten hiç bu
patikaya girmemişler bile. Çünkü işin aslı, herkesin patikası farklı. Kendini
yok ederken bile insanlarla ortak bir şeyi paylaşamamak, nasıl bir ironi?
Evrenin bir ağzı olsaydı, sinsi sinsi sırıtıyor derdim. Ama yok işte. O yüzden
de kimsenin sırıttığı yok en acı gerçeklere bile. Hâlbuki ben, buruk bir
gülümseme hayal ederdim yüzünde.
Bana acımak gibi bir hata yapacaksan, hiç okuma bundan
sonrasını. Ben sana otomatikte yaşıyorsun diye acıyor muyum? Yaşamak manuel
olmalı belki de, belki de sen karar vermelisin hayatı ne kadar hızlı
yaşayacağına ya da yaşayıp yaşamayacağına. Belki de hayatı durdurabilmeye gücün
olmalı. Belki de rest çekmeyi bilmelisin hayata. Ben var olmanın kölesi
değilim, diyebilmek neden bu kadar zor olsun ki? Daha ne kadar izin vereceksin
varlığının sana hükmetmesine? Rezil bir hayat yaşıyorsan ama bir yeter be diye
haykıramıyorsan, gerçekten hürüm diyebilir misin? Dünyanın patikaları sınırlı
olabilir, ama aklının patikaları sınırsız. Ve yasalara göre, özgürce dolaşma
hakkı bir insanlık hakkı. O zaman, daha önce hiç seçmediğin bir patika seç ve
bu sefer isyan et varlığına. Çünkü kimse yokluğa sarılanlardan daha iyi bilemez
var olmanın değerini.
İnsanın kendi hayatına dur diyebilme gücünden korkuyorlar.
Çünkü biliyorlar, varlığının bile kendisine hükmetmesine izin vermeyen bir ruha
kimse hükmedemez. Çünkü biliyorlar, bizim için yarattıkları bu dünya büyükçe
bir kafesten başka hiçbir şey değil ve sen demir parmaklıkların ne kadar soğuk
olduğunu keşfettin. Farkındalar, bundan sonrası ya senin için yokluk ya da
onlar için yıkım. Ne kadar çok kişi yokluğa dokunursa, kendilerini yıkmaya
gelecek kitle o kadar büyük olacak, biliyorlar. Yoksa kimsenin varlığını
sonlandıranları umursadığı falan yok. Bencil bir pişmanlık duygusu yaşadıkları,
sen ölünce. Yarattıkları sistemin ne kadar işlevsiz olduğunun tokat gibi
suratlarına çarpması, senin kendini öldürmen.
Acısız olsun isterim, bir de çok iş çıkartmayayım cansız
bedenimle beni bulanlara. Sessiz olsun, sakin. Otomatik yaşamanın tüm
uğultusuna karşın, benim yokluğum doğaya sessizlik katsın isterim. Kimse seni
görmezse, ölmüş sayılır mısın? Hani, sen bakmadığında ay var olmaya devam eder
mi sorusu gibi. Varlığım, insanlardan bağımsız, sadece benim bilincimle
yokluktan kaçabilir mi? Yoksa beni var eden, sen misin?
Bilmiyorum. Ve bazen bilmemek, yapabileceğin en doğru şey.
Bazen, bilmemek çok içten, dürüst ve bilgece. En son ne zaman bir insan gördüm,
bilmiyorum. Belki de yaşamaktan vazgeçtiğim gün. O gün bu gündür, bu ıssız
sokağın en ıssız binasında varlık ve yokluk arasında gidip geliyorum. Bilincim
var olduğumu söylüyor, gerçekler çoktan yok olduğumu. Sahi, gerçek dediğin ne
ki?
*
Parçalarımı arıyorum. Her yerdeler. Hatırlamıyorum, nerede
bıraktığımı çoğunu. Bulamıyorum. Bir türlü bir araya getiremiyorum onları. Ne
zaman bir bütün olmaktan vazgeçtim ben? Derin’in beni bırakıp gittiği gün belki
de. İstediği ilacı veremedim ona, dilediği tedaviyi geliştiremedim. Ya da
aslında yapmamayı tercih ettim. O, sade bir insan olmak istemişti ki hâlbuki.
Her daim aklını dolduran gelecek olasılıklarından kurtulmak istemişti.
Çok fazla zaman geçmiş olamaz beni bırakıp gittiğinden beri.
Belki bir yıl, ya da bir buçuk. Ama sanki sayısız yıllar üzerimden geçmiş gibi
hissediyorum. Yıllar ruhumu parçalarına ayırmış, yolda uğradıkları bir turistik
mağazaymışım gibi giderken bir parçamı da yanlarında götürmüşler. Şimdi benden
geriye ne kaldığını sorsan, cevap veremem. Benliği yok olmuş bir insan çoktan
ölmüş bir insan değil midir?
Derin. Derin bir deniz kadar güzel ve korkunçtu. Derin, kimi
zaman dupduru ve hayal edemeyeceğin kadar sakin, kimi zamansa öfkeli ve
fırtınalıydı. Derin, bir mutasyonun oluşturduğu o mükemmel beyne sahipti. Nükleer
savaşın etkilediği bölgelerden birinde hayata gelmişti. Sıradan bir bebeklik
geçirmiş, annesi sağlıklı doğduğu için yıllarca her gün tanrıya şükretmişti. Doktor,
her bebeği ilk kontrol edişinde yaşadığı telaşı yoğun bir şekilde hissederek
muayene etmişti Derin’i. Seneler sonra Derin’in annesi böyle anlatmıştı
hikâyeyi Derin’e. Fiziksel bir hasar gözükmüyordu. Yüreğine su serpilmişti
doktorun. Genç anneye dönüp gülümsemişti, hayırlısıyla
sağlıklı bir oğlan olacak.
Demek ki sağlıklı
olmam hayırlısı değilmiş, diye sitem etti Derin, hikâyesini Doktor Serin’e
anlatırken Serin’in o zamanki cafcaflı muayenehanesinde. Belki üç seneden fazla
zaman geçmişti bu ânın üzerinden. Serin’in ıssız laboratuvarına kalıcı olarak
taşınmasından çok önce, hala dünyaya dokunabildiği bir zaman dilimine sıkışıp
kalmış bir andı. Şimdi kimsesizliğinin sarıp sarmaladığı laboratuvarında
aylardır hazırlamaya çalıştığı sihirli sıvıya dikti gözlerini Serin. Ama
aslında aklı onu terk etmiş ve geçmişi şimdiye tercih etmişti.
“Sen açıklayamadığım harika bir yeteneğe sahipsin,
delikanlı.” Serin, gözlerini belerterek oturduğu sandalyesinden Derin’e doğru
kaykıldı. “Bu mutasyonu anlamam için bana zaman ver.”
Derin rahatsızca kıpırdandı hasta koltuğunda. Zaten çok nadir durulurdu o, diye mırıldandı
şimdi Serin. Bir gülümseme takıldı suratına, sonra aklı yine bırakıverdi onu.
Gülümsemesi soldu.
İlk o zaman fark etmişti Serin, adamın içinde tutamadığı
tuhaf bir enerjisinin olduğunu. Bir türlü sakince oturamaz, bir bacak bacak
üzerine atar, bir açardı bacaklarını. Bazen kollarını kavuşturur, hemen ardından
dinlenmeye bırakırdı onları. Sonra tekrar ellerini bacaklarının arasına
sıkıştırır, ardından yine kilitlerdi kollarını. Sanki kafasında rastgele bir sayı
üreticisi varmış gibi, tüm sohbet boyunca bunun gibi rahatsız hareketlerine
farklı sıralarda devam ederdi, Derin.
“Ben -” durakladı Derin, devasa gökdelenin cam duvarlarını
deldi gözleri ve şehrin uzak bir noktasına kitlendi gözleri, ben bu şekilde yaşayamıyorum. Kim
yaşayabilir sanki böyle? Dediğiniz doğru değil, bu mükemmel bir yetenek değil.
Bu, aksine yarım kalmış, eksik bir yetenek. Ben tamamlanamamış bir mutasyonun
sonucuyum. Bir yetenek, ancak kontrol edilebildiği zaman işlenebilir bir
yetenektir.” Derin rahatsızca yutkundu ve gözlerini etrafındaki birçok
Serin’den sadece bir tanesine odaklayabildi. Bu, benim için can sıkıcı bir dürtüden başka hiçbir şey değil.
O gün, onu ikna edebildim. O zamanlar çalıştığım araştırma
hastanesinin sistemine kayıtlı olmak istemedi. İnsanlardan kaçıyordu. Ama belki
de asıl kaçtığı, farklı gelecek olasılıkları yaratabilecek bütün karar
anlarıydı. Beynini dolduran, hükmedemediği ama her duyu organıyla duyumsamak
zorunda olduğu olasılıklardı belki de onun kaçtığı. O, zamanın ilerleyişinden
kaçıyordu. Zaman yaratıkları olduğumuzu, dört boyutlu uzay-zamanın zaman
boyutuna dur durak bilmeksizin ilerlemek üzere sıkıştırıldığımızı belki de
hepimizden daha fazla hissediyordu, Derin. Zaman algımızdı bizi birbirimizden
ayıran, kimimiz daha hızlı algılardı zamanı, kimimiz daha yavaş. Bazımız için
zaman pürüzlü, bazımız içinse engebesiz bir yoldu. Çünkü her beyin biricikti
detayında ve bu biricik beyinler biricik algılar yaratır, insanın etkileştiği
evreni sarıp sarmalar, adeta bir kıyafet gibi çırılçıplak bedenini örterdi
doğanın.
Ama Derin hepimizden de farklıydı. O zamanı durdurmak
isterdi belki de. Bir an seçip kendine, sonsuza kadar orada sıkışıp kalmak
isterdi herhalde. Çünkü ilerleyen zaman bambaşka evrenleri doğurur ve Derin de
bunları görürdü. Sadece altı saniye,
demişti. Sadece altı saniye boyunca
yaşayabiliyorlar algımda. Ardından silikleşip yok oluyorlar. Tek bir gerçeklik
kalıyor geriye. Var olabilecek ve belki de var olmaya devam eden tüm
gerçekliklerden sadece tek bir tanesi. Ve ben her seferinde bunun gerçek gerçeklik
olduğuna kendimi ikna etmek zorundayım.
Onu tedavi edeceğime söz verdim. Tedavi etmek benim
jargonumda kişiyi bedeniyle mutlu kılmaktan başka hiçbir anlama gelmiyor.
Sağlık felsefesi bir dönüşüm içerisinde yaşadığımız yüzyılda ve ben bu devrimin
lider araştırmacılarından biriyim.
Sanırım daha doğrusu, biriydim.
Bir sessizlik esir aldı Serin’in aklını. Yine kendi
çaresizliğinin duvarlarını hissetti üzerinde. Gözleri geçmiş zamana çıktığı
yolculuğun donuk bakışlarından az biraz kurtuluverdi ve şimdiki zamanın
kasvetinde boğulmuş ıssız laboratuvarındaki parıldayan tek şeye odaklandı
tekrardan. Nörogulin. Dışarıya hafif
mavi renkte bir ışık saçan, enjektörün içinde kendini adeta zar zor tutan,
Serin’in sihirli sıvısı. Kendini aylarca kendisi dışında tek bir insanın
girmediği bu duvardan kutuya kapatmasının arkasında yatan neden. Ansızın
kafasını kaldırdı Serin itiraz edercesine, hayır,
dedi. Hayır, Derin yüzünden buradayım.
Çünkü Derin beni terk etti. Beni bu kasvetli gerçekliği yaşamaya iten Derin,
beni bu kutudan çıkartacak olan ise nörogulin.
*
Aylarca nörogulini
geliştirmeye çalıştım. O gitmişti. Ben yalnızdım. Sadece kimsesiz değildim,
aynı zamanda kendimden yoksundum. Ona adadığım aylar, zaman algımda yıllara
dönüşmüş; zaman beni kendime yabancılaştırmıştı. Kendimi kendimle yapayalnız
bulduğumda, ortada benden eser kalmamıştı. Kişiliğim değişmiş, yeteneklerim
sönükleşmişti. Capcanlı hafızam tazeliğini yitirmiş, bilim insanı pratikliğim
pas tutmuştu. Bir tür bunalıma sürüklendiğimin farkındaydım. İnatla, Derin’in
hayatıma girmesinden önce yaptığım çalışmalara dönmeye gayret ettim. Haftalarca
daha önce planladığım ama yapmadığım deneyleri gerçekleştirmeye, üzerinde
duramadığım ucu açık sorular üzerine saatlerce düşünmeye çalıştım. Ama sanki
aklımda her şey bölük pörçük olmuş, tüm araştırma kabiliyetim akıcılığını
yitirivermişti. Bir zamanlar hayatımın her noktasını kaplayan heyecan, Derin
gibi terk edip gitmişti beni. Yaratıcılığımın tetiklenmesine ihtiyacım vardı.
Beni ben yapan en önemli özelliğimdi yaratıcılığım ve beni eski halime
döndürebilecek tek şeydi.
Derin elinde şırıngayla duvara yaslandı ve yere bıraktı
kendini. Açık mavi, parlak sıvıya dikti gözlerini. Son aylarda kendisine bir
yaşama nedeni veren bu sihirli mavilikte kayboldu bakışları. Yaratıcılık geni
nörogulin 1’i tetiklemesini beklediği ilacın kimyasını oluşturmuş, kendi
imkânlarıyla da üretmişti. Ardından ilacı aylarca laboratuvar hayvanları
üzerinde denemiş ve olumlu sonuçlar almıştı. Yüzü ekşidi Serin’in. Yan etkileri saymazsak, diye tıngırdadı
sesi. Aynı gen, şizofreni oluşumunda da
etkili. Büyük bir nefes aldı ve gömleğinin kolunu sıvadı.
Derin, tek bir
gerçeklik olduğuna inanıyordu. Ama bu doğru değil. Herkes, algısının
şekillendirdiği bambaşka bir gerçekliği yaşar aslında. Sonunda gerçekliğim
değişecek olsa bile, bu ilaca ihtiyacım var. Kendime yeniden dokunabilmek için
nöroguline ihtiyacım var.
Yavaşça iğneyi batırdı damarına ve parlak mavi sıvının
damarına girişini izledi büyük bir huzur hissederek içinde. Ne zaman kendimi öldürmekten vazgeçtim,
bilmiyorum, diye mırıldandı şırıngayı yere bırakıp.
Çoktan ölmüş olduğumu
anladığımda belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder