13 Şubat 2014 Perşembe

Köy

Toprak saatlerdir yaştı. Yağmur damlaları ormanın dibindeki yüzlerce evin pencerelerine çarpıyor, daha fazla ilerleyememenin acısıyla camda süzülmeye mahkum oluyordu. Şimşekler, köylülerin yaşadığı köyün bu bölgesinin teknolojiden nasibini alamamış olmasını umursamaksızın aydınlatıyordu karanlık geceyi. Tıngır mıngır ses çıkartıyordu rüzgarın etkisine kapılmış kapı kirişlerine asılı minik çanlar. Sonra ansızın tüm sesler gök gürültüsünün homurtusu içinde kayboluyor ve bu kısır döngü bir sondan mahrummuş gibi devam ediyordu.

Ormanın en dibindeki tek katlı mütevazı evin pencerelerinin ardından mekanik bir alarm sesi yükseldi. Periyodik ses belki yarım dakika bekledi kapatılmak için. Güneş bile henüz gözünü açmamışken odanın alarmla yankılanması ne leş gibi olmuş yatağı ne de duvarın köşesinde hafif bir şekilde akıtan tavanı memnun etmişti büyük ihtimalle. Hiçbiri henüz uykusundan uyanmak için hazır değildi; ancak odada bir çift göz çoktan parlamış, kıpırdamadan yağmur sesinin alarmla girişimini dinlemişti.

Bir çift gözün sahibi birkaç dakika içinde tüm komşularının evlerinde ışıkların yanmaya başlayacağını biliyordu. Köyde işçilik erken başlardı, şafak sökmeden, güneş parlamadan. Aslında yapılan işçiliğin güneşle yakından uzaktan alakası yoktu. Bu kadar erken kalkıp çalışıyor olmak sadece günlük çalışma saatini tutturabilmek için gerekliydi. Bunları aklından geçiren Köylü yatak gıcırtısı eşliğinde dikildi. Çıplak ayakları yerin soğuğuyla bütünleştiğinde ansızın orada olmak istemediğini hatırladı. Ama böyle düşünmenin hiçbir faydası yoktu. O köy onun bildiği tek yerdi, başka nereye gidebilirdi ki? Sayamadığı kadar yıldan beri belki de her gün tekrarladığı sözlerle avutmaya çalıştı kendini, hadi bugünü de bir atlatalım.

Köylülerin haneleri ormana en yakın noktada konuşlandırılmıştı. Aslında Köylü’nün hatırlayamadığı kadar yıl önce evler hizaya dizilmemişti o günkü gibi. Köyün merkezinde dağınıktı evleri ve toprakları. Şimdiki köyün merkezinde bütün köylülerin de kabul ettiği gibi onların refahı adına çalışması gereken devasa bir bina vardı, Tarım Üretim Merkezi. Köylü ve komşuları bir yığın halinde haneler bölgesinden üretim bölgesine yürürken yağmur hafiflemişti; ama yine de toprak doyasıya ıslaktı ve ayakları adeta çamurun içinde yüzüyordu. Elini gözlerine siper ederek uzağa bakmaya çalıştı. Üretim bölgesinin aydınlatılmış sokaklarını seçebiliyordu. Biraz daha sabrederse asfalt yollar ayaklarını toprağın çamurundan kurtarabilirdi. O sırada yanında yürümekte olan komşunun küçük oğlunu fark etti. Çocuğun yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Nedenini anlayamayarak baktı bu gülümsemeye Köylü. Sonra aklına geldi, çocuğun reşit olduğunu duymuştu bir sohbette. Reşit yaşı Tarım Üretim Merkezi’nde çalışmaya başlama yaşı anlamına geliyordu. Köyde yıllardır dolaşan bir söylentiye göre bu yaş uydurma bir yaş değildi, köye gelen Zinli mühendislerin yaptıkları hesaba göre reşit olma yaşı bir insandan alınabilecek maksimum verimle belirlenmişti. Bu yaşın altındaki bir kişi çocuk olarak işleri yavaşlatma potansiyeline sahipti. O nedenle de köyün Çocuk Eğitim Merkezi’nde eğitilmeliydi. Komşunun oğlu reşit olmanın taze onurunu yaşıyor olmalıydı. Gözleri ister istemez çamur içinde ilerlemeye çalışan ayaklarına kaydı Köylü’nün. Ayaklarında gördü geçmişini. O da heyecanlanmıştı ilk reşit olduğu zamanlar, fakat bu heyecan beklediğinden çok kısa zamanda sönmüştü.

Üretim bölgesine gelince rahat bir nefes aldı, bu dehşetli kışın ortasında köyün en sıcak binasına girmek için sabırsızlanıyordu. Üretim merkezinin kapıları açıldı ve tüm köylüler hızlı bir şekilde içeri doldu. Dezenfekte olup iş kıyafetlerini giydikten sonra hepsi bir önceki gün kendilerine atanan görev yerine yerleşti. Köylü, büyük tarım alanında tohum ekecekti. Büyük tarım alanı gerçeği aratmayacak derecede iyi taklit edilmiş bir doğa parçasıydı. Tarım Üretim Merkezi’ndeki olağanüstü teknolojik her şey gibi büyük tarım alanı da her parçasıyla Zin’den geliyordu. Köylü bu alana her girişinde bir binada olduğunu kendisine hatırlatmak zorunda kalıyordu; çünkü güneşi taklit eden homojen ışıklar bu alana daima güneşlenen bir doğa parçası süsü veriyordu. Aslında gerçekten de aynı etkiyi yaratıyordu. Homojen ışıklandırma, Köylü’nün Çocuk Eğitim Merkezi’nde öğrendiği kadarıyla, yüzyılın en büyük tarımsal icatlarından biriydi. Yapılan çalışmalara göre güneş ışığının etkileriyle virgülden sonra yedinci basamağa kadar aynı sonuçları veriyordu. Köylü aklında bu düşüncelerle kafasını salladı ve mırıldandı, Zinliler işte.

Kendisine ayrılan akıllı toprağa eğildi ve akıllı tohumları ekmeye başladı. Aslında çok zahmetli bir iş değildi. Akıllı toprak özel kimyasal dökülmüş bir topraktı, aynı kimyasalın farklı bir çeşidine bulanmış olan akıllı tohumla bir araya gelince adeta programlanabilir bir bitki oluşuyordu. Bu bitkiye jenerik bitki deniyordu, çünkü toprağından ayrılmadığı sürece toprağın beslenme türüne göre jenerik bitkiden katalogda yazılan her türlü bitkiyi elde etmek mümkündü. Köylü çocukken eğitim merkezindeki öğretmeninin söylediklerini hatırladı hayal meyal. Epey bilgili olan öğretmeni köyün biraz dışında kalmış olan Genetik-Ziraat Enstitüsü’nde akıllı toprak üzerine çalıştığından bahsetmişti ona. Çocukken bunun kafasını çok kurcaladığını hatırlıyordu şimdi. Akıllı toprak kendine özel tohumları olmaksızın hiçbir işe yaramıyordu. Dolayısıyla hepsi beraber bir paket içinde satın alınıyordu. Ayrıca bu toprak düşünüldüğü kadar da dayanıklı değildi. Birkaç kullanımdan sonra kimyasal içeriğinden dolayı işe yaramaz hale geliyordu. Eski set atılıyor, yerine yenisi konuluyordu.

Köylü topraktan kafasını kaldırdı. Sağındaki, solundaki, önündeki ve arkasındaki bütün köylüler toprağın içine girercesine ekim yapıyorlardı. Evleri nasıl orman sınırına hizalanmışsa, onlar da aynı şekilde toprağın yanına hizalanmışlar; sessiz sedasız çalışıyorlardı. Kafasını eğmesiyle düşünceler düştü yine gözlerinin önüne. Öğretmeninin Enstitü’de akıllı toprak üretmeye çalıştığını hatırladı. Tam olarak şu sözleri söylemişti ona, Eğer bunu yapabilirsek bir daha Zin’den toprak ve tohum almak zorunda kalmayacağız. Üstelik Enstitü’de üzerine çalışılan tohum topraktan bağımsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Köylü bunların hepsini sanki dün duymuş gibi hatırlıyordu. Daha dayanıklı olacak demişti öğretmeni. Gözleri parlıyordu bunları anlatırken öğrencilerine. Köylü onun sürekli çalıştığını ve hiç uyumadığını düşünüyordu. Yine de gözlerinin altı şişmiyordu.

Ansızın durakladı Köylü, öylece baktı toprağa. Tohumları tutan eldivenli elleri açıldı, tohumlar teker teker düştü toprağa. Daha fazla düşünmeye çalışmadı, anılar zaten akıyordu. Gözlerini kırpıştırdı. Nemi hissetti gözlerinde, kirpiklerinin üzerinde, sonra yanağında duyumsadı nemi. Nem kaydı yavaşça, akıllı toprağa düştü, kayboldu. Enstitü de öyle kayboldu, dedi içinden. Bir gözyaşı gibi yok oldu.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder