Toprak saatlerdir yaştı. Yağmur damlaları ormanın
dibindeki yüzlerce evin pencerelerine çarpıyor, daha fazla ilerleyememenin
acısıyla camda süzülmeye mahkum oluyordu. Şimşekler, köylülerin yaşadığı köyün bu
bölgesinin teknolojiden nasibini alamamış olmasını umursamaksızın
aydınlatıyordu karanlık geceyi. Tıngır mıngır ses çıkartıyordu rüzgarın
etkisine kapılmış kapı kirişlerine asılı minik çanlar. Sonra ansızın tüm sesler
gök gürültüsünün homurtusu içinde kayboluyor ve bu kısır döngü bir sondan
mahrummuş gibi devam ediyordu.
Ormanın en dibindeki tek katlı mütevazı evin
pencerelerinin ardından mekanik bir alarm sesi yükseldi. Periyodik ses belki
yarım dakika bekledi kapatılmak için. Güneş bile henüz gözünü açmamışken odanın
alarmla yankılanması ne leş gibi olmuş yatağı ne de duvarın köşesinde hafif bir
şekilde akıtan tavanı memnun etmişti büyük ihtimalle. Hiçbiri henüz uykusundan
uyanmak için hazır değildi; ancak odada bir çift göz çoktan parlamış,
kıpırdamadan yağmur sesinin alarmla girişimini dinlemişti.
Bir çift gözün sahibi birkaç dakika içinde tüm
komşularının evlerinde ışıkların yanmaya başlayacağını biliyordu. Köyde işçilik
erken başlardı, şafak sökmeden, güneş parlamadan. Aslında yapılan işçiliğin
güneşle yakından uzaktan alakası yoktu. Bu kadar erken kalkıp çalışıyor olmak
sadece günlük çalışma saatini tutturabilmek için gerekliydi. Bunları aklından
geçiren Köylü yatak gıcırtısı eşliğinde dikildi. Çıplak ayakları yerin
soğuğuyla bütünleştiğinde ansızın orada olmak istemediğini hatırladı. Ama böyle
düşünmenin hiçbir faydası yoktu. O köy onun bildiği tek yerdi, başka nereye
gidebilirdi ki? Sayamadığı kadar yıldan beri belki de her gün tekrarladığı
sözlerle avutmaya çalıştı kendini, hadi
bugünü de bir atlatalım.
Köylülerin haneleri ormana en yakın noktada
konuşlandırılmıştı. Aslında Köylü’nün hatırlayamadığı kadar yıl önce evler
hizaya dizilmemişti o günkü gibi. Köyün merkezinde dağınıktı evleri ve
toprakları. Şimdiki köyün merkezinde bütün köylülerin de kabul ettiği gibi
onların refahı adına çalışması gereken devasa bir bina vardı, Tarım Üretim
Merkezi. Köylü ve komşuları bir yığın halinde haneler bölgesinden üretim
bölgesine yürürken yağmur hafiflemişti; ama yine de toprak doyasıya ıslaktı ve
ayakları adeta çamurun içinde yüzüyordu. Elini gözlerine siper ederek uzağa
bakmaya çalıştı. Üretim bölgesinin aydınlatılmış sokaklarını seçebiliyordu.
Biraz daha sabrederse asfalt yollar ayaklarını toprağın çamurundan
kurtarabilirdi. O sırada yanında yürümekte olan komşunun küçük oğlunu fark
etti. Çocuğun yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Nedenini
anlayamayarak baktı bu gülümsemeye Köylü. Sonra aklına geldi, çocuğun reşit
olduğunu duymuştu bir sohbette. Reşit yaşı Tarım Üretim Merkezi’nde çalışmaya
başlama yaşı anlamına geliyordu. Köyde yıllardır dolaşan bir söylentiye göre bu
yaş uydurma bir yaş değildi, köye gelen Zinli mühendislerin yaptıkları hesaba
göre reşit olma yaşı bir insandan alınabilecek maksimum verimle belirlenmişti.
Bu yaşın altındaki bir kişi çocuk olarak işleri yavaşlatma potansiyeline
sahipti. O nedenle de köyün Çocuk Eğitim Merkezi’nde eğitilmeliydi. Komşunun
oğlu reşit olmanın taze onurunu yaşıyor olmalıydı. Gözleri ister istemez çamur
içinde ilerlemeye çalışan ayaklarına kaydı Köylü’nün. Ayaklarında gördü
geçmişini. O da heyecanlanmıştı ilk reşit olduğu zamanlar, fakat bu heyecan
beklediğinden çok kısa zamanda sönmüştü.
Üretim bölgesine gelince rahat bir nefes aldı, bu
dehşetli kışın ortasında köyün en sıcak binasına girmek için sabırsızlanıyordu.
Üretim merkezinin kapıları açıldı ve tüm köylüler hızlı bir şekilde içeri
doldu. Dezenfekte olup iş kıyafetlerini giydikten sonra hepsi bir önceki gün
kendilerine atanan görev yerine yerleşti. Köylü, büyük tarım alanında tohum
ekecekti. Büyük tarım alanı gerçeği aratmayacak derecede iyi taklit edilmiş bir
doğa parçasıydı. Tarım Üretim Merkezi’ndeki olağanüstü teknolojik her şey gibi
büyük tarım alanı da her parçasıyla Zin’den geliyordu. Köylü bu alana her
girişinde bir binada olduğunu kendisine hatırlatmak zorunda kalıyordu; çünkü
güneşi taklit eden homojen ışıklar bu alana daima güneşlenen bir doğa parçası
süsü veriyordu. Aslında gerçekten de aynı etkiyi yaratıyordu. Homojen
ışıklandırma, Köylü’nün Çocuk Eğitim Merkezi’nde öğrendiği kadarıyla, yüzyılın
en büyük tarımsal icatlarından biriydi. Yapılan çalışmalara göre güneş ışığının
etkileriyle virgülden sonra yedinci basamağa kadar aynı sonuçları veriyordu.
Köylü aklında bu düşüncelerle kafasını salladı ve mırıldandı, Zinliler işte.
Kendisine ayrılan akıllı toprağa eğildi ve akıllı
tohumları ekmeye başladı. Aslında çok zahmetli bir iş değildi. Akıllı toprak özel
kimyasal dökülmüş bir topraktı, aynı kimyasalın farklı bir çeşidine bulanmış
olan akıllı tohumla bir araya gelince adeta programlanabilir bir bitki
oluşuyordu. Bu bitkiye jenerik bitki deniyordu, çünkü toprağından ayrılmadığı
sürece toprağın beslenme türüne göre jenerik bitkiden katalogda yazılan her
türlü bitkiyi elde etmek mümkündü. Köylü çocukken eğitim merkezindeki
öğretmeninin söylediklerini hatırladı hayal meyal. Epey bilgili olan öğretmeni
köyün biraz dışında kalmış olan Genetik-Ziraat Enstitüsü’nde akıllı toprak
üzerine çalıştığından bahsetmişti ona. Çocukken bunun kafasını çok
kurcaladığını hatırlıyordu şimdi. Akıllı toprak kendine özel tohumları
olmaksızın hiçbir işe yaramıyordu. Dolayısıyla hepsi beraber bir paket içinde
satın alınıyordu. Ayrıca bu toprak düşünüldüğü kadar da dayanıklı değildi.
Birkaç kullanımdan sonra kimyasal içeriğinden dolayı işe yaramaz hale
geliyordu. Eski set atılıyor, yerine yenisi konuluyordu.
Köylü topraktan kafasını kaldırdı. Sağındaki,
solundaki, önündeki ve arkasındaki bütün köylüler toprağın içine girercesine
ekim yapıyorlardı. Evleri nasıl orman sınırına hizalanmışsa, onlar da aynı
şekilde toprağın yanına hizalanmışlar; sessiz sedasız çalışıyorlardı. Kafasını
eğmesiyle düşünceler düştü yine gözlerinin önüne. Öğretmeninin Enstitü’de
akıllı toprak üretmeye çalıştığını hatırladı. Tam olarak şu sözleri söylemişti
ona, Eğer bunu yapabilirsek bir daha
Zin’den toprak ve tohum almak zorunda kalmayacağız. Üstelik Enstitü’de
üzerine çalışılan tohum topraktan bağımsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Köylü
bunların hepsini sanki dün duymuş gibi hatırlıyordu. Daha dayanıklı olacak
demişti öğretmeni. Gözleri parlıyordu bunları anlatırken öğrencilerine. Köylü
onun sürekli çalıştığını ve hiç uyumadığını düşünüyordu. Yine de gözlerinin
altı şişmiyordu.
Ansızın durakladı Köylü, öylece baktı toprağa.
Tohumları tutan eldivenli elleri açıldı, tohumlar teker teker düştü toprağa.
Daha fazla düşünmeye çalışmadı, anılar zaten akıyordu. Gözlerini kırpıştırdı.
Nemi hissetti gözlerinde, kirpiklerinin üzerinde, sonra yanağında duyumsadı
nemi. Nem kaydı yavaşça, akıllı toprağa düştü, kayboldu. Enstitü de öyle kayboldu, dedi içinden. Bir gözyaşı gibi yok oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder